THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

4 Şubat 2012 Cumartesi

Wish you were here


Cenazeler ve şarkılar... Son zamanlarda genç dostlarımı yolcu ediyorum öbür yaşamlarına... Ve şarkılarla vedalaşıyoruz hep...

Rahmetli Melih'le başladı bu... Melih Kibar...
Bir gün stüdyosundayken bana yeni yaptığı bir enstrümantal bestesini dinletti. Rahmetli Çiğdem'den sonra bestelenmeye değer çok fazla söz bulamadığı için, daha çok enstrümantal besteler yapar olmuştu. Dinledim ve vuruldum.
-"Melih" dedim... ""Taptım buna... Bunu sürekli dinlemem lazım"...Hele Görkem'in kanunuyla Melih'in piyanosunun sevişmesi inanılmazdı. Kırmadı beni Melih... O zamanki Nokia telefonum için yeniden düzenledi... Bir tek benim telefonum 2 yıl boyunca Sessiz Veda ile çaldı... Melih'i toprağa verdiğimiz Cumartesi günü bozuldu o telefon... Bir daha da o şarkıyla hiç çalmadı...

Sonra Ufuk Güldemir... ve I did it my way...

2002 yılı yazında Ufuk Güldemir'le tanıştım. Çıkarmak istedikleri "Habertürk" Gazetesi'nin reklam kampanyası için gelmişlerdi. Kısa zamanda çok samimi iki dost oluverdik. Sadece kendisiyle değil... Bütün ekibiyle... Arkadaşımın ablasının eşi Deniz Arman'ı önceden tanırdım, ama Hakan Aygün, Meriç Köyatası, Büşah Gencer, Serfiraz Ergun gibi ekibindeki herkes inandıkları bir dava uğruna elele vermişler, canla başla çalışıyorlardı. Ufuk tam bir orkestra şefiydi. Medya dünyasında bir şekilde dışlanmış, işsiz kalmış, başarılı ama sivri bir sürü adamı bir araya toplamış, aykırı insanlar güruhunu bir kurum haline getirmeyi başarmıştı. Hem de öncelikle bir internet portalı aracılığıyla....

Gazete yayına hazırlanana kadar, Habertürk TV'yi yayına sokuverdi. Ardından gazete hazırlandı. Bu kadar aykırı adamın bir arada olduğu topluluk için "Usual Suspects" "Olağan Şüpheliler" konsepti gibi bir reklam kampanyası hazırladım. Çok dar bütçeli bir reklam kampanyası olmasına rağmen, kampanya başarılı oldu ve gazete 150.000 satışla yayın hayatına başladı. Reklamcının görevi yeni çıkacak bir gazeteyi ilk gün sattırmaktır. İkinci gün gazete kendisini satmaya başlar. Ben görevimi yapmıştım.

Sonra Ufuk'la dostluğumuz daha da pekişti. Fırsat buldukça telefonla sohbet eder, zaman zaman Habertürk binasında bir araya gelir, konuşurduk. Aramızda sadece 1,5 yaş fark vardı. Aynı jenerasyonun insanlarıydık. Ruhlarımız, isyankarlıklarımız aynı frekanstaydı. Keyif alırdık sohbetlerimizden.

Sonra... 2006 yazında onun pankreas kanseri olduğunu öğrendim. Hep yakından takip ettim hastalığını... 3 ayda ölürsün demişlerdi ama doktorları da yanılttı ve 3 ay sonra yürüyerek döndü İstanbul'a. Uçaktan iner inmez de Habertürk binasına gitti. O arada cep telefonuna bir mesaj attım. "Türkiye'ye hoş geldin... Etrafına bir bak... Daha yapacak çok işimiz var. Sen işlerini yarım bırakmazsın.. Bu ülkenin de sana ihtiyacı var" bab'ından bir mesajdı. Ağır bir hastalıkla mücadele ettiği için, uzun bir yolculuktan sonra telefon ederek onu yormak istememiştim. Kısa ve özdü mesajım. Birkaç gün sonra da telefonla konuştuk. Mücadeleci kimliğiyle, pankreas kanseri gibi bir hastalıkla da mücadele etti. Kendisine biçilen 3 ayı, 12 aya uzattı.

Pazar günü sabahı aldım ölüm haberini... Dağ gibi Ufuk gitmişti... Ama ölümünü de planlayarak. İstediği cenaze törenini bile biçimlendirerek. Bir şarkı eşliğinde...

My Way

And now, the end is near;
And so I face the final curtain.
My friend, Ill say it clear,
Ill state my case, of which Im certain.

Ive lived a life thats full.
Ive traveled each and every highway;
And more, much more than this,
I did it my way.

Regrets, Ive had a few;
But then again, too few to mention.
I did what I had to do
And saw it through without exemption.

I planned each charted course;
Each careful step along the byway,
But more, much more than this,
I did it my way.

Yes, there were times, Im sure you knew
When I bit off more than I could chew.
But through it all, when there was doubt,
I ate it up and spit it out.
I faced it all and I stood tall;
And did it my way.

Ive loved, Ive laughed and cried.
Ive had my fill; my share of losing.
And now, as tears subside,
I find it all so amusing.

To think I did all that;
And may I say - not in a shy way,
No, oh no not me,
I did it my way.

For what is a man, what has he got?
If not himself, then he has naught.
To say the things he truly feels;
And not the words of one who kneels.
The record shows I took the blows -
And did it my way!

Bir şarkı, bu kez farklı bir ortamda, beni bambaşka bir şekilde vurmuştu.

Sonra Fuat Noyan'ı yolcu ettik 46 yaşında... "Güle Güle Sana.. Yolun Açık Olsun... Güle Güle Sana... Seni tanrım korusun" diyerek...

Yıllardır bir şarkı beni çok ağlatır... "Tears in Heaven'ı ne zaman dinlesem, gözlerimden yaşlar dökülür. Oğlu açık pencereden açağı düşüp ölen bir babanın yapabileceği en duygusal bestedir.. Onun duygularıyla empati kurar, kendi oğlumla özdeşleşir ve her zaman göz yaşı dökerim...

Would you know my name
If I saw you in heaven
Will it be the same
If I saw you in heaven
I must be strong, and carry on
Cause I know I don't belong
Here in heaven

Would you hold my hand
If I saw you in heaven
Would you help me stand
If I saw you in heaven
I'll find my way, through night and day
Cause I know I just can't stay
Here in heaven

Time can bring you down
Time can bend your knee
Time can break your heart
Have you begging please
Begging please

Beyond the door
There's peace I'm sure.
And I know there'll be no more...
Tears in heaven

Would you know my name
If I saw you in heaven
Will it be the same
If I saw you in heaven
I must be strong, and carry on
Cause I know I don't belong
Here in heaven

Cause I know I don't belong
Here in heaven

Bugünse bambaşka bir şarkı ağlatmayı başardı beni.. Kırk yıl düşünsem Wish you were here'in bana bu kadar göz yaşı döktüreceğine inanmazdım... O da Pink Floyd'un ölen bir üyesine ithafen yapılmıştı ama ben onu hep çok sevdiğim bir şarkı olarak dinlerdim... Ta ki bugüne kadar...

Bugün Serhan'ı yolcu ettik.. Erenköy Galip Paşa Camii'nden... Kalabalıktan, izdihamdan caminin içine bile giremedik... Kaldırımdan katılabildik törene yüzlerce içeri giremeyenle birlikte.. 26 yaşında pırıl pırıl bir genci önce alkışlarla koyduk cenaze arabasındaki son yolculuğuna... Sonra, volümü tam seviyesinde açılmış bir gitar sesi başladı... İlk notasından tanıdım hemen... Wish you were here çalıyordu özel sistemli panel vandan... Bu şarkı da artık Serhan'la özdeşleşiyor... Ne zaman duysam, ağlayacağım bir parça daha var artık...

Wish you were here Serhan... Güle güle genç insan...

So, so you think you can tell Heaven from Hell,
blue skies from pain.
Can you tell a green field from a cold steel rail?
A smile from a veil?
Do you think you can tell?
And did they get you to trade your heroes for ghosts?
Hot ashes for trees?
Hot air for a cool breeze?
Cold comfort for change?
And did you exchange a walk on part in the war for a lead role in a cage?
How I wish, how I wish you were here.
We're just two lost souls swimming in a fish bowl, year after year,
Running over the same old ground.
What have you found? The same old fears.
Wish you were here.

İçimdeki Fırtına

7 Nisan Perşembe akşam üzeri... Arabada gidiyorum, radyo açık... Haberlerde ilk duyduğum kelimeler bir anda şok ediverdi... "Ünlü besteci, müzik adamı Melih Kibar bugün tedavi gördüğü hastanede öldü"... İnanmak istemedim önce..Sanki bir kaç yerden daha teyit almam gerekiyordu. Eski ortağım Cahit'i aradım hemen... O da şoka giriverdi... "Dönerim sana hemen" dedi ve 5 dakika sonra da döndü. Haber doğruydu. 

Melih'in cenazesi 9 Nisan cumartesi günü kaldırıldı. Gidemedim. Adil Gültekin'in stüdyosunda Flormar çekimleri yapıyorduk. İş bitene kadar stüdyodan çıkmam mümkün değildi. Saat altı civarı işimiz bitti. Efkar vardı içimde. Müşteri temsilcilerimiz Esra ve Müge, sanat yönetmenimiz Zeynep'le birlikte Çiçek Bar'a atıverdik kendimizi... 

Sakindi Çiçek Bar... Zaten daha yeni başlamıştı güne.. İskender Doğan'ın oğlu gitarıyla şarkılar söylerken biz de rakıları devirmeye başladık. Nokia telefonum elimde, can sıkıntısıyla oynuyordum... Rehberden Melih'in adını buldum... "bir daha sesini duyamayacağım ki dostum" deyip, siliverdim numarasını.. O anda İskender Doğan'ın oğlu şarkısını bitirdi: "Bugün çok büyük bir ustayı toprağa verdik" dedi... "Belki aranızda yakın dostları, onu tanıyanlar vardır... Onu hep beraber analım" diye bir anons yapınca miknofonu elime aldım. Melih'in bir toplantı sırasında bize anlattığı, daha sonra da Can Dündar'ın Yüzyılın Aşkları belgeselinde yer verdiği öyküsünü anlatmaya başladım 

Melih ve Çiğdem, aşklarının ve şöhretlerinin doruklarında gezerlerken, Melih kimya mühendisliği master'ı yapmak için Londra'ya gitmek ister. Çiğdem, kazandığı paranın bir kısmını Melih'e verir. 4 Ekim günü Melih ve babası Sami amca uçağa atlayıp Londra'ya giderler. O gün çok şiddetli bir okyanus fırtınası esmektedir. Melih'in kalacağı evin panjurları şiddetle çarpmakta, ağaçlar uğuldamakta, elektrikler gidip gelmektedir. Melih evdeki odasından koridora çıkar, karanlıkta bir cisme çarpar. Bu koridora konmuş duvar tipi bir piyanodur. Piyanoda o anki duygularını yansıtan melodiyi çalmaya başlar. Sonra odasına gider, bavulundaki kayıt cihazını alır ve aynı parçayı kasete kaydeder. Ertesi gün de, Türkiye'ye dönecek olan Sami amcaya, Çiğdem'e ulaştırılmak üzere kasedi verir. 

Çiğdem, hangi koşullar ve duygular altında bestelendiğini bilmediği melodiyi dinler ve söz yzmaya başlar :

gün ağarırken, tek başıma oturmuşsam
henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam
sen yoksan yine, bense yorgun ve yalnızsam
hele bir de, bir de canım hasretine kapılmışsam
ve gözümde tütüyorsan buram buram

işte o an bir fırtına kopar
sanki o an yer yerinden oynar
hoyrat bir rüzgar eserken,
sallanan gemi misali
sallanır durur içimde dünya

son ışıkları sönüyorsa sokakların
yeni bir gün giriyorsa penceremden yavaş yavaş
sen yoksan yine, bense suskun ve bitkinsem
hele bir de bir kadehin gölgesine sığınmışsam
ve yılların hesabını şaşırmışsam

işte o an bir fırtına kopar
sanki o an yer yerinden oynar
külrengi bir akşam vakti
kaybolan renkler gibi
kaybolur gider gözümde dünya

işte o an bir fırtına kopar
sanki o an yer yerinden oynar
bir koca çınar dalından
savrulan yaprak misali
savrulur gider güzelim dünya


Sonra bu sözleri bir mektupla Melih'e ulaştırır. İki sevgili, binlerce kilometre uzaktan aynı duyguları yaşamıştır.

Ben bu hikayenin sonunu anlatırken, boğazımdan hıçkırıklar yükseliyordu. Bir an dönüp Çiçek Bar'ın müdavimlerine baktım... Herkes ağlıyordu...

TANRI NEDEN DOÇENT OLAMADI?


1. Tek bir orijinal yayını vardı.
2. İngilizce değildi.
3. Yayında hiçbir referans yoktu.
4. Yayın hakemli bir dergide yayınlanmamıştı.
5. Yayının ona ait olduğundan şüphe edenler bile bulunmaktadır.
6. Dünyayı yaratmış olabilir, fakat o zamandan beri ne yaptı?
7. Elde ettiği sonuçları bilim dünyası ondan bağımsız tekrarlamada zorlandı. Koyunlar çabuk yaşlanıp öldüler.
8. İnsanları deney malzemesi olarak kullanma konusunda etik komisyonundan izin almadı. Malpraktis yasası ise umurunda bile değildi.
9. Deneylerinden biri iyi sonuç vermeyince, deneye katılanları suda boğdu.
10. Derse hiç gelmedi. Sadece öğrencilerine gönderdiği kitaplarını okumalarını söyledi.
11. Bazı rivayetlere göre kendi oğluna ders verdirdi.
12. İlk iki öğrencisini, çok fazla öğrendiler diye okuldan attı.
13. Öğrencilerinin çoğu sınavlarından geçemedi.
14. Kendisiyle görüşülebilecek saatler düzensizdi ve görüşmeleri için genellikle dağ başında randevu veriyordu.

Can Yücel yazdı, ben tefsir ettim: Kadın Dediğin


Kadın dediğin iyi sevişecek arkadaş. (Adam çok haklı)
Koyun gibi yatmayacak, kımıl kımıl olacak yatakta. (Ölü balıkla geçer mi hayat)
Aklını başından alacak ama, aklını sadece bununla yormayacak. (Hem seni bilecek, hem kendini)
Delireceksin ama delirmen hastalıktan olmayacak. (abuk sabuk istekleriyle, kaprisleriyle delirtmeyecek)
Uzanıverdi mi yanına boylu boyunca, göğsünde atan kalbinin yerine koyacaksın kendini, ruhunu, herşeyini. (Bundan iyisi, şamda kayısı)
Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin. (Can kurban böylesine)
Kadın gibi kadın olacak kadın dediğin, çıtır çerez niyetine yemediğin. (Hele o ayıcıklı pijamayı giymeyecek arkadaş)
Bir gecelik değil, ömürlük olacak ömürlük. (Zaten ömrüne ömür katar böylesi, ömür törpüsü olanlara inat)
Yıllara rehaveti değil huzuru taşıyacak. (Diyojen gibi elde fenerle arıyoruz)
En seksi leydi olmayı da bilecek, hanım sultan olup sözünü geçirmeyi de. (kadın olacak, feminen olacak, hanım olacak)
Cıvık konulara takılıp zaman tüketmeyecek, küfretmeyecek. (Yerine göre davranmasını bilecek)
Kadın dediğin ayıp nedir bilecek. (Ayıbın ayıp olmadığı yeri de bilecek)
Sıkboğaz edip seni yalancı durumuna düşürmeyecek.  (Arsız olmayacak)
Seni öyle bir tutacak ki arkadaş, sen bile şaşıracaksın öyle tutulduğuna. (Milli Piyango'da büyük ikramiye çıksa bu kadar sevinmem)
iki lafın başı, her tartışmada ayrılalım tehtidi savurmayacak. (Sabırlı olacak, mantıklı olacak, boşanma modasına uymayacak, yıkıcı değil, yapıcı olacak)
Sabırlı olacak ve asla gururuna dokunmayacak. (eh, sen de adam olup gururunu kıracak şeyler yapmayacaksın)
Tuzu az, şekeri çok gibi limiti olmayan prosedürlerle yemeklerle işi olmayacak. (Sofrada nazlı, vejeteryen, kaprisli de olmayacak. Yemeğin hakkını vererek yemesini de bilecek. Piyazı soğansız, işkembeyi sarımsaksız yemeyecek. Ağzının tadını da bilecek)
Şöyle pastırmalı kurufasülyenin yanına tereyağlı pilavı konduracak şüphesiz. (Her şeyin hakkını verecek arkadaş)
Salatasız oturmayacak yemeğe. (Görgü meselesi) 
Temiz olacak herşeyden önce mesela köfteyi mıncıklarken elleri. (Ya da eve geldiğinde alkol kokan bir kadını öpmeyeceksin. İçerse birlikte içecek)
Yahut pahalı parfümlerin sindiği, boyacı küpü gibi, her öptüğünde bulaşık bir tadın kaldığı bir kadını öpmeyeceksin. 
Buram buram aşka sarılacaksın arkadaş. (Bulduk da sarılmadık mı?)
Buram buram kadın kokacak kadın dediğin. (Usta yine haklı)
Kadın dediğin güzel olacak... Zeki olacak zeki. (Aptalı gerçekten çekilmiyor. Hele aptal olduğunun farkına varamayıp, kendini zeki sananlar...)
Seni bir hamur gibi karmasını da bilecek, o hamura kendini katmasını da... (Bu da tamamen zeki kadın işi)
Paranın güzelliğini bilecek ama ne parasızlığın ezikliğini ne de paranın kudurmuşluğunu yaşayacak. ( Seni 3 kuruşa satmayacak)
Değerlerini bir anlık hevesler uğruna terk etmeyecek. (Nesli tükenen kelaynaklar bile daha fazla sayıda)
Namussuzluğunu, ahlaksızlığını ancak ve ancak seni baştan çıkarırken kullanacak, (Şeytan ayrıntıda gizli. Bu da en önemli ayrıntı)
Yan gözle adam kesmeyecek, başka sevgili edinmeyecek. (Hayatta her şey karşılıklı, karşından beklediğini sen de yapmayacaksın)
Sarışın, renkli gözlü uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya... ((Herkesin beğenisi farklı ama önce ruhu güzel olacak)
Kadın dediğin hatun olacak arkadaş, sözüne güvenilir olacak. (Güven zaten kaçınılmaz)
Bileceksin ki konuşulanlar burada kalır, kapıdan çıkmaz bir daha. (sıkı olacak.. önce ağzı)
Ağzı sıkı olacak kadın dediğin. (sırdaşın olacak, sırlarını sana karşı koz olarak kullanmayacak)
Sırrını tutacak ama gününü bekleyip kusmayacak..  (Güvendiğin dağlara kar yağınca acıtıyor fazlasıyla)
Para lazımcılardan, kürkçülerden, cep telefonu manyaklarından, dırdırcılardan, unutkanlıklarını senin üzerine atanlardan, 
Kendi yetersizliğini seni suçlayarak rahatlayanlardan, 
raf süslerinden, tehtidkarlardan, kaçaklardan, kıkırdayanlardan, boş bakanlardan olmayacak.  (bu satırların altına imzamı atarım)
Saflığı, cahilliği, aptallığı oynamayacak, 
biraz ukala olabilir ancak sana rol yapmayacak. (masum olup kaşarı oynayan ama özünde hiç bir şey olmayanlar ile kaşar olup masumu oynayanlar da hiç çekilmiyor. Her kör satıcının bir kör alıcısı olduğu unutulmamalı)
Bir şeyi çok isterse ve inançları doğrultusunda yapacak.
En önemlisi kendini sevecek arkadaş, kendini sevmeyen kadından sana ne hayır gelir.(kendini sevmeyen kadından bırak sevgiliyi, eşi, arkadaş bile olmaz... Sadece içini karartır)
Bir bakarsın ki yıllar sonra bu kadınla ne yatağa sığabiliyorsun, ne toprağa.
Koluna takıp gezmesini de bileceksin gururla, koynuna çekip sevişmesini de şehvetle. (Birlikt sokağa çıkamadığın kadınla yatağa da girmeyeceksin)
Analığını da bilecek, çocuklarından saygı görmeyi de, anaya babaya hürmet etmeyi de.(Sadce kendi ana babasına değil, seninkine de aynı saygıyı gösterecek)
Kadın kadın olacak be, seni sadece sen olduğun için, sensin diye sevecek. 
Parayla pulla, kariyerle, kimin ne dediğiyle, sınırlamayacak. (hele bu bölüm 2 kere 2= 4 kadar kesin, tartışılmaz)
Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem annen, hem çocuğun olacak, bağrına basacaksın huzurla... 
Bileceksin ki evde 'O' kadın tarafından beklenmenin zevkini hiçbir zevk yaşatamaz sana.
Öyle bir kadın işte... (Aslında var böyle kadınlar... Bazen arar da bulamazsın, bazen bulur da kıymetini geç anlarsın, bazen kör yanına gelir, etrafındakini göremezsin)

Nerede öyle kadın , yoktur deme.
Sen de adam olacaksın, seçmesini bileceksin! (Bu da Can Baba'nın en büyük yanılgısı... Erkek seçen değil, seçilen, seçtiğini sanandır)

19 Ocak 2012 Perşembe

Schadenfreude ya da Başkalarının Mutsuzluğundan Beslenenler


Günlerdir kafayı başkalarının mutsuzluğundan beslenenlere taktım...

Hasta ruhlu, psikopat boyutuna ulaşmış kişilerdir böyleleri. Etraflarında mutlu insanlar varsa, bulundukları ortamda kendilerini rahatsız hissederler. Böyle durumlarda ya ortamı bırakıp gitmek isterler ya da ilgiyi üzerlerine çekmek için şizofrenliğe varan davranışlarda bulunurlar. İçlerinin karalığı yüzlerine vurur... Ten renkleri bile değişir, koyulaşır...

Herkesin çevresinde böylesine duygu sömürüsü yaparak yaşayan, etrafındakileri kemiren duygusal vampirler bulunur. Bunların yüzleri, kendilerinden daha mutsuz insan gördükleri zaman ışıldamaya başlar...

Almanlar bu duruma schadenfreude diyorlar. Schade ve freude kelimelerinin kaynaşmasından türemiş bir kelimedir. İki zıt kavram acı ve sevinç tek kelimede kaynaşmıştır. Başkasının acısından zevk almak anlamına gelen kelimenin bir çok dilde karşılığı bulunmamaktadır. Arthur Schopenhauer schadenfreude hakkinda: "neid zu fühlen ist menschlich, schadenfreude zu genießen teuflisch." der... Yani "Kıskançlık hissetmek insancıldır, zarar sevincinin tadını çıkarmak ise şeytancıl."

Google'a "Başkalarının Mutsuzluğundan Mutlu Olanlar" sözcüklerini yazıp, arattırdım ve bu konuda yazılmış yüzlerce madde buldum... Bakın bu tip insanlar için neler deniyor :

* Bencilliğin zirvesi ,bir çeşit benmerkezcil olmaya dayalı kişilik bozukluğudur...
* Ego tatmin etme işidir. Kimi insanlar bu yolla ancak egolarını tatmin edebilirler..

Bu sözcüğü seven gazeteciler, yazarlar da var... Engin Ardıç, Yıldırım Türker, Serdar Turgut bunu en az bir kere yazılarında kullanmışlar. Engin Ardıç'ın yazısından kısa bir bölüm alayım buraya :

Hemen tercüme edelim de gene fırça yemeyelim: "Başkasının başına gelen kötülüklerden zevk almak" anlamına geliyor... Sadist bir zevktir. Alman ruhuna uygun olduğu söylenir. Türk ruhuna da uygun mudur, bakacağız.

Ekonomik kriz nedeniyle başbakana giydirmek için yeni bir fırsat yakalayan "bir kısım basında", Amerikan halkının içine düştüğü sıkıntıyla ilgili olarak da pek keyifli yazılar okumaktayız...

Birçok Amerikalı, kullanmak zorunda olduğu birtakım ilaçlardan bile vazgeçmiş! İlaç satışlarında yüzde 10-15 kadar düşüş gözlenmiş.

Yeni bir araba almayı düşünmek şöyle dursun, eski arabayı da çıkarmıyorlar, işe otobüsle ya da metroyla gidip geliyorlarmış. Birçok Amerikan ailesi tatil planlarından vazgeçmiş. Öğle yemeğine de çıkmıyorlar, evden sandviç getiriyorlarmış. Sıcak yemekten vazgeçemeyenler de "sefertasını" keşfetmişler. Lokantalar ve büfeler buna çok bozulmuşlar ama sefertası satışlarında artış varmış... Falan filan.

Öte yandan, birçok bankacının da "gelişmekte olan ülkelerde", özellikle petrol zengini Arap ülkelerinde iş aramaya başladığını biliyoruz.

Türkiye'de birçok kişi, bütün bu olup bitenlere üzülmedi, tam tersine çok sevindi.

1929 krizinde olduğu gibi köşebaşlarında "çorba kazanları" kurulmasını özlemle bekliyorlar. Bunu eski filmlerde görmüşlerdi. Bu arada birkaç pis kapitalist kendini pencereden atsa daha da iyi olacak!

Amerika'nın "kemer sıkma ekonomisini" keşfetmekte olması bizde memnunlukla karşılandı.

Hele şu sefertası olayı, pek hoşumuza gitti.

Nihayet onlar da sefertasıyla tanışmışlardı! Haşşöyle! Sıra belki, bir kere pişirilip üç gün boyunca yenen bayat "tencere yemeğine" de gelecekti! (Türk gazozu içen Amerikalı'nın tavla oynamaya başlaması ve bakkala sepet sarkıtması bizi nasıl mutlu ediyordu, reklamlarda görünce?) Tam da bizim artık yavaş yavaş sefertasından ve "kaminetoda" ısıtılan mum kokulu biber dolmasından kurtulup "yemeğe çıkma" kavramını öğrenmeye başladığımız dönemde... Araba değiştiren, tatile giden, içeceği ilacı "Emekli Sandığı' na yazdırmaya" gerek duymayan varlıklı bir sınıf oluşturmaya koyulduğumuz sıralarda...

Amerika'nın "burnunu sürtmesi", bunu solculuk sananları mutlu etti. İçlerinde kapitalizmin sona erdiğini, savaşı Karl Marx'ın kazandığını düşünenler, Obama'yı sosyalist sananlar bile var.

Serdar Turgut ise Schadenfreude başlığını, Budapeşte'deki F1 yarışına götürüldüğü zamanki izlenimlerini aktarırken kullanmış.

Temelde son derece sıkıcı ve tekrarla dolu olan yarışta en heyecanlı olabilen anlar arabaların lastiklerinin değiştirildiği anlar ve bir kaza olduğu durumlardı. Hatta olabilecek kaza ne kadar vahşi, ne kadar kanlı olursa, eğlencenin miktarının da o kadar artacağı yolunda genel bir kanı da vardı. Bu da şaşırtıcı değildi tabii; çünkü Germen kavminden insanların bulunduğu bir yerde schadenfreude de olmaması mümkün değildi (Schadenfreude: Başkalarının başına gelen felaketlerden mutluluk duyma yeteneği). Bu his belki çoğu insanda vardır, olabilir de ama bir tek Almanlar bu hissiyat için özel kelime üretmiş ve bunu gündelik olarak kullanmaktadırlar. Vallahi o gün içkilerimizi yudumlayıp pistte bir olayın olmasını o kadar bekledik (Arenada dövüşen kölelerin ölümlerini bekleyen Romalılara benziyorduk o durumda). Ancak maalesef o gün beklenilen olmadı.

Yıldırım Türker ise Schadenfreude başlığının altında konuyu daha farklı işliyor.
Başkalarının acısı, kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda diyor Türker.

Almanca'nın gururu kelimelerden biri. Başkasının acısından zevk almak anlamına geliyor. Birçok dilde karşılığı olmadığı için her dilin rahatlıkla ödünç alıp yadırgamadığı bir kelime.

Schopenhauer'in sözü var: "Haset hissetmek insancadır, schadenfreudeyi tatmaksa şeytanca".

22 Nisan seçiminin bana yaşattığı hisler arasında "schadenfreude"nin de olduğunun farkına vardığımdan beri kendimden hoşnut değilim.

Toplumsal kültürümüzde yaygın bir iletişim dili olarak nispet-oh çekme-ilenmeye aşinayız hepimiz.

Kendimizi bir yetişkin olmaya yonttuğumuz ilk günlerden itibaren kötü olduğundan hiç kuşkulanmadığımız bir duygu alışverişi. Ya da öyle olmalı.

Seçim gecesi, toplandığımız bir arkadaş evinde onun sunduğu nefis yemeklerden atıştırıp seçim sonuçlarını izlerken, sonuçlar belirlendikten sonra ille Kanaltürk'e bakıp Tuncay Özkan'ı görme isteğim engellenemez hale gelmişti. Nitekim gözleri fincan fincan olmuş, acıdan kavrulmuş, öfkeyle sertleşmiş, denetimini tamamen kaybetmişti. Karşısında kader arkadaşı Mine G., iki gün önce anketlere bakıp OHA çekmiş olduğu sonuçlar karşısında sakin ve inançlı görünmeye çalışıyordu. Özkan'ın hırstan boğularak anlattıkları, Mine G'nin pek kötü şaşkınlık taklitleriyle kesiliyor, güçleniyor, karşısına geçip eğlenmeye niyeti olanı bile mahcubiyetin en derinine yolcu ediyordu.

Dolayısıyla onları seyretmek, yıkılmışlıklarını görüp zevk almak ve seçim sonuçlarından kendime bir teselli çıkartma gayreti sonuçsuz kaldı. Fazla tahammül edemedim. Kaldı ki göreceğim şey, benim için hiç de görülmemiş bir şey değildi. İlkellerin ilkeli taklidi yaptığı yenilgi müsamerelerine çok tanıklık etmişliğimiz var bu toplumsal coğrafyada.

Onlar, gerçekten üzülmüştü. Onların üzülmesi beni en azından üzmezdi. Çünkü üzüntünün de onlara katabileceği şeyler olacağına inanırım.

Schadenfreude'yi yaratan onların her şeyi şahsi ve müptezel bir dile tercüme ediveren sorumsuz halleri. Bu kadar kendinden emin, seçtikleri dışında acı çekenlerin acıları karşısında bu kadar duyarsız kalabilen, dünyayı küçük gördükleri kitleleri eğip bükme göreviyle gönderildiğine inanan bu militarist vahşilerin yenilgisini görmek, kazanan siz olmasanız da iyi geliyor.

Burada asıl ahlâki sorun başını çıkarıyor. Bu itiş kakış içinde; bu yenme-yenilme, bitme-bitirme mücadelesinde nerede duruyorsunuz? Bu kavganın tarafı mısınız?

Kimileyin öylesine büyük bir öfkeyle adalet duygunuzun yarasını sarmaya kalkıyorsunuz ki bu endişesini dile getiren kitlenin hayal kırıklığı yaşaması bile size zevk verebiliyor.

Schadenfreude, sarı dişleriyle aynadan suratınıza sırıtıyor işte.
Küstah bir dincinin küstah bir apoletliden dayak yemesi, küstah bir apoletlinin küstah bir dincinin gadrine uğraması gibi durumlar karşısında çeşitli aynalara yansıyan sırıtış aynı. Ne küstah, ne dinci ne de apoletlisiniz oysa. Sadece her fırsatta sizin canınızı yakanların birbirini yaralamaları karşısında berbat bir ferahlama hissi.

Baykal, Erdoğan'a ne biçim giydirdi. Erdoğan, Baykal'ın ağzının payını ne güzel verdi. Oysa ikisinin de temsil etmeye soyunduğu hayatın vuruş alanındasınız. Menzildesiniz.

Toplumumuzu kıskacına almış olan seferberlik ruhu da kamuoyunun çarpıtan aynası olan medya tarafından durmadan kışkırtılarak schadenfreude'nin insan için, vatandaş için, dünyalı için meşrulaştığı bir duygu iklimine dönüşüyor.
Savaştan bahsederken, öldürülen düşman sayısından 'temizlik' diye söz ederken hitap ettiği okurdan schadenfreude'si isteniyor. Ölenlerin bu topraklardan çıkmış, bu topraklarda anası-bacısı-atası yaşayan insanlar olduğu gerçeği hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her bombalamada, her vurulan hedefte coşkulu bir nispet dili. Asla sona ermeyecek olan şiddetin kutsanması.
Schopenhauer'in diliyle şeytanca bir duygudan kurtulamamamız için sözü dolaşımda olan herkes seferberlik içinde.

Televizyonda memleketin büyük starları başbaşa vermiş, bir yarışmada en çok acı çekeni seçmeye çalışıyor. "Hayalin için söyle" adını verdikleri bu yarışmada insanların şarkı performansları değil, çektikleri acının derinliği tartılıyor. Hayatın acısı, seyirliklerin en zevklisi olarak tanımlanmış bile.

Rakibimiz, hasmımız, can düşmanımız olsun, başkalarının acısı kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda.
Buradan barış, mutluluk, uygarlık, insanlık çıkmaz. Schadenfreude, şeytani sırıtışıyla kapıda bekliyor.

Üç gazeteci Schadenfreude'yi farklı perspektiflerle yorumluyor. Bense bir tür sosyal psikopatlık olan bu kimliğe sahip olan kişileri çevremde tespit edip, onları hayatımdan uzak tutmaya gayret ediyorum.

Timsah Gözyaşları, Evlerden Uzak vs… vs…


Schadenfreude konusuna takılıp kaldım ya, üzerinde düşünüp duruyorum… Hani şu “Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olma” meselesi günlerdir kafamı meşgul edip duruyor…

Halk arasında yaygın deyimleri sorguluyorum sürekli… “Ateş düştüğü yeri yakar” ile “evlerden uzak” deyimlerini kıyaslıyorum… Hangisi empati (duygudaşlık), hangisi schadenfreude içeriyor diyorum…

Bu konuya özellikle Serhan’ın cenazesinden sonra kilitlenip kaldım. Arkadaşım dostum Burhan Şeşen’in oğlu Serhan, 26 yaşındayken ardışık tıp hataları yüzünden menenjitten ölmüştü. Cenaze sırasında ve sonrasında konuştuğum kişilerin çoğu “vah vah, çok yazık” derlerken, hemen ardından ya “allah evlat acısı göstermesin” ya da “evlerden uzak” demeyi ihmal etmediler. Üstad Nazım Hikmet’in de dediği gibi “20'nci yüzyılda en fazla 1 yıl sürer ölüm acısı”...

bir tanem!
son mektubunda :
"başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun.
"seni asarlarsa seni kaybedersem;
" diyorsun; "yaşıyamam!"
yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı.

En içten olanın matemi bir yıl sürecekti… Sonra unutup gideceklerdi Serhan’ı… “Evlerden uzak” ya da “Allah evlat acısı göstermesin” diyenler o dakikadan itibaren zaten teselli etmeye başlamışlardı kendilerini.. Giden eloğlu ya da elkızıydı nasıl olsa… Kendi canları değildi… Ya Burhan?... Son nefesine kadar unutabilecek miydi canını?... Kaç kişi içtenlikle empati kurabildi onunla?.. Kaç kişinin yüreği dağlandı, kaç kişinin göz yaşları kanlandı?...

Eric Clapton’ın 5 yaşındaki oğlu Conor 1991 yılında New York’ta bir gökdelenin 53. katından düşerek öldüğünde de aynı şeyleri hissetmiştim. Müzik dünyasının efsane sanatçısı Eric Clapton, oğlunu kaybettikten sonra yeni bir şarkı yazıp oğlu Conor’a ithaf etti. "Tears in Heaven" (Cennetteki Gözyaşları) isimli şarkı ona bir Grammy ödülü ve dünyanın dört bir yanından pek çok kişinin kalbini kazandırdı.

Conor çok güzel bir çocuktu. Aynı zamanda çok da güzel sesi vardı ve şarkı söylemeye bayılıyordu. Eric, beş yaşına yaklaşan oğluna iyice bağlanmıştı. Baba oğul birlikte gezip eğleniyorlardı. Ve o korkunç gün bir hizmetçinin büyük hatası yüzünden yaşandı.




Ben ne zaman bu şarkıyı duysam hep içim burkuldu, hep gözlerim yaşlandı… “Bana ne eloğlunun çocuğundan” diyemedim… “Allah evlat acısı göstermesin” demedim… “Evlerden uzak” demedim… Sadece tüm doğallığımla kendimi eloğlunun yerine koydum ve üzüldüm… Ağlayınca gerçekten ağladım… “Acını paylaşıyorum dostum” derken asla içimden mutlu olmadım…

Timsahlar avlarını yerken, ağızlarını çokça açtıklarında, gözlerinden bir sıvı salgılarlar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntüyle bir ilgisi yoktur. Ben üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan sahtekârlardan, ikiyüzlülerden asla olmadım… Asla timsah gözyaşları dökmedim…

Kapitalizmin acımasız kıskacında giderek daha da materyalistleşen insan güruhunun içinde başkalarının mutsuzluğuyla beslenirken timsah gözyaşları döken çok tehlikeli bir tür ortaya çıktı… İnsanoğlunun giderek insanlıktan uzaklaşmasına neden olan bu türe çok dikkat edin, çünkü amip gibi hızla çoğalıyorlar ve bizlerin neslini tüketme çabasındalar…

17 Ocak 2012 Salı

Ben Aşkı Teyzemden Öğrendim

Teyze dediğime bakmayın, aslında annemin teyzesidir Necla Teyze… Annemle yaşıt olduğu için teyze demeye dilimiz alışmış. Anneannem, Selanik müdd-i umumi’si Halil Kamil beyle Ayşe Hanım’ın kızları… Balkan savaşı ve mübadele yıllarında Selanik’ten Osmanlı topraklarına göçe tabi tutuluyorlar. Seride teyze ve anneannem Behire henüz küçükler. 1905 doğumlu anneannem 7 yaşında, Seride teyze ise birkaç yaş daha büyük… Önce Edirne’de kalıyorlar birkaç yıl… Orada Suat dayı doğuyor. Ayşe hanımın ölümü üzerine büyük dedem Halil Kamil Bey, Pakize Hanım’la ikinci evliliğini yapıyor. Ondan da Arslan Dayım ve Necla Teyzem doğuyor. 

Sonra İstanbul’a göç ediyorlar. O sırada anneannem gelinlik kız olmuş. Anneannemi gümrükçü Püfpüf Nuri Bey ile Fatma Hanım’ın oğulları, postanede tefrik memuru olarak çalışan Yusuf Edip’le baş göz ediyorlar. Anneannemin kayınpederine Püfpüf lakabının verilmesi titizliğinden… Resimlerini görmüştüm… Bıyıklarının ucu kıvrık, fransız monşer edalı, kruvaze ceketler giyen, aslan gibi yakışıklı bir adam… Ceketinin vatkalı omuzlarına toz kondukça, döner üflermiş... Bunu da sıkça yapınca, adı Püfpüf Nuri bey olarak kalmış…

Anneannem, evlilikten kısa bir süre sonra anneme hamile kaldığında, Pakize Hanım da Necla teyzeme hamile kalıvermiş… Araları pek bir kısadır… Annemle neredeyse birlikte büyüdükleri için biz ona Teyze derdik… 

Teyzem hep güzel bir kadındı… Doğal sarışın, mavi gözlü… Tam can yakan cinsten… Mahallenin bütün gençleri ona abayı yakarmış… Hele bir tanesi, nahiye müdürünün oğlu Turgut ciddi sevdalanmış. Teyzemin verdiği siyah beyaz fotografı koynunda saklar, yalnız kaldığı her an çıkarıp ona bakar, saatlerce hayranlıkla seyredermiş. Teyzem henüz 14 yaşında, Turgut da Karagümrük Fethiyespor’da top peşinde olduğu için evliliklerine izin verilmemiş… 

Sonra esmer yakışıklı bir genç girmiş teyzemin hayatına. Adı Nedim. Demiryollarında hareket memuru. İşi gücü olduğu için aileye damat olarak kabul etmişler Nedim Enişte’yi… Tayinle bir çok yere gitmişler, istasyon istasyon dolaşmışlar… 1950-68 yıllarnı arasında teyzemin bir çok hamileliği, yaşayan 5 de çocuğu olmuş. Üç kız, iki de erkek… Anne güzel, baba da çok yakışıklı olunca taşbebek gibi kızlar, sırım gibi oğlanlar doğuvermiş… 

Biz 1969-70 gibi bir yılda yeniden karşılaştık teyzemlerle.. Kazlıçeşme tren istasyonun hareket baş memuru olmuştu Nedim Enişte… Oradaki bir lojmana taşınmışlardı. Kızların en büyüğü Nedret, ticaret lisesini bitirmiş, bir büroda muhasebeci olarak çalışmaya başlamıştı. Necdet ağabey İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenciydi… Bir su damlası duruluğundaki Neşet ve Nilgün henüz 15-16 yaşlarındaydılar. Aybars ise yeni doğmuş bir bebekti… 

Aile bağları yeniden kurulunca, biz teyzemlerle sıkça gidip gelmeye başladık. Bu arada Nedret, çalışmaya başladığı bürodaki müdürüne aşık oluverdi. Kendinden 25-30 yaş büyük Sıtkı Bey, bir evlilik yapmış, çoluk çocuk sahibiydi. Gönül ferman dinlemedi, aşka saygı duyan teyzem de karşı gelmedi ve nişanlayıverdiler 20 yaşında Nedret’i… Sonra da evlendirdiler.. Ama birkaç yıl sonra, bebekleri henüz küçücükken Sıtkı bey bir kalp kriziyle gidiverdi… 

Bu arada 1970 gibi bir tarihte, teyzemleri Çiftehavuzlar’a taşıyıverdik… Kızlar gün geçtikçe daha da dikkat çekici hale geliyorlardı, artık Kazlıçeşme’de oturamazlardı. 

Bu arada Neşet, Yalçın isimli bir delikanlıya kalbini kaptırıverdi. O da çok yakışıklı bir gençti. 1971’i 72’ye bağlayan gece nişanlanıverdiler. 29 Şubat 1972 günü de evleneceklerdi. “Aşkımız hiç eskimesin diye biz 4 yılda bir kutlayacağız, o yüzden bugünü seçtik” diyorlardı. Kapağında ikisinin siyah beyaz resimlerinin yer aldığı bir davetiye yaptırmışlardı… “evlenmek mecburiyetindeyiz” yazıyordu kapakta, içini açınca da “çünkü birbirimizi çok seviyoruz” diye devam ediyordu… 

Göztepe İkinci Orta Sokak’ta küçük bir ev tutmuşlardı… Keyifle dayayıp döşüyorlardı… Nikaha birkaç gün kala, perdeciyi beklerken, eve dönüşleri gecikince Nedim Enişte çok sinirlenmiş. Yalçın ve Neşet’i evden kovmuş… “Zaten birkaç gün sonra evleniyoruz, biz de gider evimizde kalırız” demiş genç sevgililer ve gitmişler.

28 Şubat gecesi yattığım yerde annem uyandırdı beni… “Kalk” dedi… “Neşet’le Yalçın ölmüşler”… Yerimden fırlayarak uyandım…

Nikâhtan önceki gece Neşet küvete girmiş yıkanırken, Yalçın da aynanın karşısında traş oluyormuş. Şofbenin bağlı olduğu kör bacadan geri dönen karbonmonoksit gazının zehrini hissetmemişler bile. Neşet oturmalı küvette, elinde duş başlığıyla kalakalmış… Yalçınsa yüzünün bir kısmı sabunlu, aynanın karşısında… Yerde…

Teyzem cevval kadındı… O gece “ senin yüzünden oldu” deyip, enişteyi evden kovmuş. Sabaha kadar ailede görev paylaşımı yapıldı. Bir kısmımız ertesi gün yapılacak nikah töreni öncesi gelecek konuklara durumu anlatmak üzere Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne gittik. Nikah memurlarına durumu anlattık. 

“Onlar ruhen ve bedenen zaten karı koca olmuşlardı, bari öbür dünyada yanyana yatsınlar” diyen teyzemse, acısını yüreğine gömüp, kabristanda yer bulma işini üstlenmişti.

Hafızalar zorlandığında, annemin ve teyzemin mahalle arkadaşları, nahiye müdürünün büyük oğlu Adnan gelmiş akıllarına. Adnan, o zaman Mezarlıklar Müdürü… Yıllar sonra teyzemi, bu kadar acılı bir durumda gören Adnan, hemen teyzemi makamına almış, oturtmuş, işlemleri hallederken, sohbet etmeye başlamışlar.. Teyzem Adnan’a kardeşi Turgut’u soruvermiş… “Şimdi ne yapıyor Turgut?” diye… “O da buraya gelmek üzere” diye yanıt vermiş Adnan… “Birlikte bir yere gidecektik”…

O sırada kapı açılmış ve içeri Turgut girivermiş… Türk filmi gibi bir sürpriz… Önce teyzem orada bulunma sebebini gözyaşları içerisinde anlatmış… Sonra ilk aşkına dönüp sormuş : “Sen ne yaptın Turgut, evlendin mi, çoluk, çocuk var mı?... “

Turgut, elini cüzdanına atıp, teyzemin ona 14 yaşındayken verdiği resmi çıkarmış… “Senden sonra kimseyi sevemedim ki sultanım” diyerek…

O gün, soğuk 29 Şubat günü Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne gelenler hayatlarının şokunu yaşadılar… Nikah saati geldiğinde salonda bekleşen konuklar, nikah memurunu görünce ayağa kalkmışlardı.. Eline mikrofonu alan nikah memuru “Ben bu nikahi kıyamayacağım çünkü ikisini de kaybettik” derken, gözyaşları içerisindeydi… Kadıköy Evlendirme dairesine nikah kıyafetiyle gelenler, oradan çıkıp Karacaahmet’teki cenaze törenine katıldılar.

Kısa bir süre sonra teyzem Nedim Enişte’den boşandı ve Turgut ağabeyle evlendi. Bir gün olsun, biz Turgut ağabey’in ağzından “Neclacım, canım, sultanım” dışında bir kelime duymadık… 

Teyzemin çilesi bitmemişti üstelik… Necdet ağabey Polatlı Topçu Okulu’nda yedeksubay olarak görev yaparken, orada tanıştığı bir kıza gönül vermişti. Askerliği bitince o kızla evlendi… Bir oğlu bir kızı oldu o evlilikten ama mutsuzdu… Kendi de karısı da… Necdet ağabey, alkole sığındı her geçen gün… Karısı da yalnızlıkla başedemiyordu. Bir gün Üsküdar iskelesinin yanından kendini Boğazın sularına bırakıvermiş… Olayı görüp yetişenler denizden çıkarana kadar ölmüş bile… Teyzem torunlarına annelik de etmeye başlamıştı. Bu arada daha da fazla içmeye başlayan Necdet ağabey, ağır alkollü olarak döndüğü Üsküdar’daki evinin merdivenlerini tırmanırken, elektrikler kesilivermiş ve ayağı basamaklara takılıp aşağıya yuvarlanmış… Beyin kanamasından orada, genç yaşta ölüverdi Necdet ağabey… 

Hem annesiz, hem de babasız kalan torunlarını büyütebilmek için çırpındı teyzem… Evini sattı, şehir değiştirdi, daha küçük yaşamlar yaşamaya başladılar… Turgut ağabey teyzeme hep “sultanım” dedi, teyzem de ikinci evliliğinde bulduğu mutluluğu, onca acıya rağmen hiç göz ardı etmedi…

Teyzem iki yıl önce öldü… Turgut ağabey ise yaşıyor… Eminim ki, onlar bu sevginin devamını başka bir boyutta mutlaka yaşayacaklar… 

Bense, aşkı da, acı çekmeyi de teyzemden öğrendim...

Not : Bu öyküdeki kişiler, yerler ve olaylar tamamen gerçektir.

Elhamdülillah Satanistim

Yazının başlığı için daha farklı alternatiflerim de vardı… Mesela “Namuslu Orospu” ya da “Antimilitarist General”, “Muhafazakâr Liberal”, "Kör Ressam”, “Akıllı Sarışın”, “İktidarsız Jigolo” da olabilirdi… Ben Elhamdülillah Satanistim’i seçtim. Oksimoron kavramlar ve paradokslarla uğraşıp duruyorum yıllardır. Oksimoron tamlama, paradoks ise bunun cümleye dönüşmüş hali… Bense başlıkta bunun ironisini yaptım.

Oksimoron birleşik bir kelimedir. Keskin aptallık anlamına gelir. Tamlayanla tamlanan arasında imkânsızlık barındırır. Mesela Alman Mizahı ya da Alman Modası böyle bir şeydir… Ya da İngiliz Mutfağı… Fish & Chips ve birkaç fırın yemeğinden başka bir mutfak kültürü olmayan İngilizlerin hangi mutfak kültüründen söz edebilirsiniz ki…

Kavramların içinin hızla boşaltılıp, yeniden anlamlandırıldığı ülkemizdeyse oksimoronluğun kapsadığı tezatlar pek çok kişi tarafından kavranılamaz ve hayatın bir parçası olarak algılanır. Turgut Özal’ın üfürdüğü, şimdilerdeyse de AKP’nin sahiplenmeye çalıştığı milliyetçi, muhafazakâr, liberal ve sosyal demokrat 4 eğilimin tek bir çatı altında buluşması böyle bir şeydir. Çikolata soslu, zeytinyağlı, deniz mahsüllü çiğ köfte yer misiniz ?... Ben onu da yemedim, bunu da yemem...

Tıpkı bu ülkede kıyafet kanununu da çıkartan Atatürk’ün kurduğu CHP’nin eski genel başkanının açılım kisvesi altında çarşaflı kadınları parti üyesi yapmasının ve halen yürürlükte olan bu kanuna aykırı hareket edenleri legalleştirmesinin ya da barış için savaştıklarını söyleyen antimilitarist generallerin toplumu ikna çabalarının oksimoronluk olduğu gibi...

Oksimoron tamlamalar paradoksları da oluşturabilir. Mesela yukarıda sözünü ettiğim "Namuslu Orospu"nun içine düştüğü paradoksu gazetede okudum.

ABD'nin San Diego Kenti'nde yaşayan Natalie Dylan (22), yüksek lisans yapmak için bekaretini internette açık artırmaya çıkardı. Açık artırmaya bugüne kadar 10 bin erkek katıldı ve Dylan'a bir gecelik aşk için yapılan teklif, 3.7 milyon dolara yükseldi. Kendisine teklif yapan erkekler arasında kaba ve iğrenç tipler bulunduğu gibi, çok sayıda centilmen zengin işadamlarının da olduğunu belirtti. Dylan, "Benimle kalıcı bir ilişki isteyenler gelmesin çünkü bu sadece bir gece için" dedi...

Kalıcı bir ilişki istemediğine, sadece bir geceyle sınırlandırdığına ve yüksek lisans bedeli parayla ödendiğine göre, nezaket parametresinin neden değerlendirilmeye alındığı, en yüksek bedeli ödeyen kişinin kaba olması durumunda açık artırmayı iptal edip etmeyeceği, en yüksek "yüksek lisans" bedelinin 200-300 bin doları asla geçmeyeceği düşünülürse, 3,7 milyon dolarlık teklifi neden az bulduğu ve gerçek amacının sadece yüksek lisans olup olmadığı konusunda belli ki Natalie'nin kafası çok karışık.. Hadi diyelim ki, bir gece için 3,7 milyon doların üzerinde verecek olan hem zengin, hem yakışıklı, hem de süzme salak bir erkek ortaya çıkıp, üstelik bir de evlenme teklif ederse bunu reddedecek kadar prensiplerine bağlıysa neden bekaretini satılığa çıkardığını inanın kendisi de bilmiyordur. 

İffet simgesi sayılan ve yıllarca korunan bekaretini internette satışa çıkarmak ve bunun sadece bir gecelik olduğunu, o geceden sonra eski iffetli yaşamına geri döneceğini ifade etmek, bana göre çok çarpıcı bir paradoks örneğidir. Tıpkı daha önceki sevgilileriyle anal ve oral seks yapmış ama beyaz gelinliğinin üzerine kırmızı kuşak bağlayarak kocasına bakire olarak gitmiş "namuslu" genç kızlarımızın paradoksu gibi...

Etimolojik olarak baktığınızda Yunanca'da "Para" karşı, "Doxus" ise düşünce anlamına geliyor. Herkesin kafa yorduğu en bilinen iki paradoks ise "Herşeyi yaratan bir şey varsa, tanrıyı kim yaratmış" ya da "Yumurta mı tavuktan çıkmış, yoksa tavuk mu yumurtadan" kısır döngüleridir. 

Paradokslar beyin jimnastiği ya da mizahın önemli unsurlardır. "Bir daha kumar oynamayacağıma bahse girerim" paradoksu mizah, Bir Giritli adamın, "Bütün Giritliler yalan söyler" deyişi ise gerçek bir beyin jimnastiğidir. Eğer bütün Giritliler yalan soylüyorsa, bu adam da Giritli olduğu için söylediği yalandır, demek ki bütün Giritliler yalancı değildir ya da söylediği doğruysa, kendisi de Giritli olduğu için söylediği önerme doğru değildir.

İçinden hiç çıkılamayacak bir başka karmaşık paradoks örneğiyse Ergenekon'dur. Başsavcı ile mahkum ettirdiği kişi de aynı örgütün üyesiyse, bu örgüt nasıl bir örgüttür. Aynı örgüte mensup iki kişi birbirinin hasmı durumundaysa, buna örgüt denilebilir mi?... Örgütün içinde fraksiyonlar oluşmuşsa. neden tek bir örgüt adı kullanılmaktadır?.. 12 Eylül öncesinde üniversitede olay bastırmaya gitmiş polislerin Pol-Der ve Pol-Bir mensupları olarak ikiye bölünüp, birbirlerine ateş etmeleri örneğinde olduğu gibi, bu örgütün içinde de Erg- Bir ve Erg-Der mi oluşmuştur?..

İhtilal yapmak için örgüt kuran akil adamlar topluluğu, ihtilalde kullanacakları silahları gizlemek ve yerinden çıkarmak için ekskavatör kullanır mı sorusu ise bu karmaşık paradoksu iyice kaotik hale getirmektedir. Bu silahların örgüt yönetimi tarafından kolay ulaşılır bir depo yerine toprak altında saklanılması kararlaştırıldıysa, yöneticiler ne kadar akildir ya da komplocular tarafından oraya gizlice gömüldüyse, elinde dedektörle toprak altında define aramaya teşne olan halkımızın toprak altındaki ihtilal gömülerini daha inandırıcı bulacağını düşünen komplocu zeka ne kadar zekidir tartışmalarını da beraberinde getirir. Tıpkı suçlu olduğu ispat edilemeyen herkesin masum olduğu, varolduğu söylenen suç hala iddianamelerde yer almıyorsa, yani suç belirgin değilse, masum olması gereken insanların aylardır hapiste bulunmaması gerektiği gibi...

İyisi mi, siz buna hiç kafa yormayın.. Zaten yormamanız da isteniyor.. Siz sadece "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" paradoksuyla ilgilenin yeter... Bunun yanıtına daha kolay ulaşabilirsiniz.