THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

19 Ocak 2012 Perşembe

Schadenfreude ya da Başkalarının Mutsuzluğundan Beslenenler


Günlerdir kafayı başkalarının mutsuzluğundan beslenenlere taktım...

Hasta ruhlu, psikopat boyutuna ulaşmış kişilerdir böyleleri. Etraflarında mutlu insanlar varsa, bulundukları ortamda kendilerini rahatsız hissederler. Böyle durumlarda ya ortamı bırakıp gitmek isterler ya da ilgiyi üzerlerine çekmek için şizofrenliğe varan davranışlarda bulunurlar. İçlerinin karalığı yüzlerine vurur... Ten renkleri bile değişir, koyulaşır...

Herkesin çevresinde böylesine duygu sömürüsü yaparak yaşayan, etrafındakileri kemiren duygusal vampirler bulunur. Bunların yüzleri, kendilerinden daha mutsuz insan gördükleri zaman ışıldamaya başlar...

Almanlar bu duruma schadenfreude diyorlar. Schade ve freude kelimelerinin kaynaşmasından türemiş bir kelimedir. İki zıt kavram acı ve sevinç tek kelimede kaynaşmıştır. Başkasının acısından zevk almak anlamına gelen kelimenin bir çok dilde karşılığı bulunmamaktadır. Arthur Schopenhauer schadenfreude hakkinda: "neid zu fühlen ist menschlich, schadenfreude zu genießen teuflisch." der... Yani "Kıskançlık hissetmek insancıldır, zarar sevincinin tadını çıkarmak ise şeytancıl."

Google'a "Başkalarının Mutsuzluğundan Mutlu Olanlar" sözcüklerini yazıp, arattırdım ve bu konuda yazılmış yüzlerce madde buldum... Bakın bu tip insanlar için neler deniyor :

* Bencilliğin zirvesi ,bir çeşit benmerkezcil olmaya dayalı kişilik bozukluğudur...
* Ego tatmin etme işidir. Kimi insanlar bu yolla ancak egolarını tatmin edebilirler..

Bu sözcüğü seven gazeteciler, yazarlar da var... Engin Ardıç, Yıldırım Türker, Serdar Turgut bunu en az bir kere yazılarında kullanmışlar. Engin Ardıç'ın yazısından kısa bir bölüm alayım buraya :

Hemen tercüme edelim de gene fırça yemeyelim: "Başkasının başına gelen kötülüklerden zevk almak" anlamına geliyor... Sadist bir zevktir. Alman ruhuna uygun olduğu söylenir. Türk ruhuna da uygun mudur, bakacağız.

Ekonomik kriz nedeniyle başbakana giydirmek için yeni bir fırsat yakalayan "bir kısım basında", Amerikan halkının içine düştüğü sıkıntıyla ilgili olarak da pek keyifli yazılar okumaktayız...

Birçok Amerikalı, kullanmak zorunda olduğu birtakım ilaçlardan bile vazgeçmiş! İlaç satışlarında yüzde 10-15 kadar düşüş gözlenmiş.

Yeni bir araba almayı düşünmek şöyle dursun, eski arabayı da çıkarmıyorlar, işe otobüsle ya da metroyla gidip geliyorlarmış. Birçok Amerikan ailesi tatil planlarından vazgeçmiş. Öğle yemeğine de çıkmıyorlar, evden sandviç getiriyorlarmış. Sıcak yemekten vazgeçemeyenler de "sefertasını" keşfetmişler. Lokantalar ve büfeler buna çok bozulmuşlar ama sefertası satışlarında artış varmış... Falan filan.

Öte yandan, birçok bankacının da "gelişmekte olan ülkelerde", özellikle petrol zengini Arap ülkelerinde iş aramaya başladığını biliyoruz.

Türkiye'de birçok kişi, bütün bu olup bitenlere üzülmedi, tam tersine çok sevindi.

1929 krizinde olduğu gibi köşebaşlarında "çorba kazanları" kurulmasını özlemle bekliyorlar. Bunu eski filmlerde görmüşlerdi. Bu arada birkaç pis kapitalist kendini pencereden atsa daha da iyi olacak!

Amerika'nın "kemer sıkma ekonomisini" keşfetmekte olması bizde memnunlukla karşılandı.

Hele şu sefertası olayı, pek hoşumuza gitti.

Nihayet onlar da sefertasıyla tanışmışlardı! Haşşöyle! Sıra belki, bir kere pişirilip üç gün boyunca yenen bayat "tencere yemeğine" de gelecekti! (Türk gazozu içen Amerikalı'nın tavla oynamaya başlaması ve bakkala sepet sarkıtması bizi nasıl mutlu ediyordu, reklamlarda görünce?) Tam da bizim artık yavaş yavaş sefertasından ve "kaminetoda" ısıtılan mum kokulu biber dolmasından kurtulup "yemeğe çıkma" kavramını öğrenmeye başladığımız dönemde... Araba değiştiren, tatile giden, içeceği ilacı "Emekli Sandığı' na yazdırmaya" gerek duymayan varlıklı bir sınıf oluşturmaya koyulduğumuz sıralarda...

Amerika'nın "burnunu sürtmesi", bunu solculuk sananları mutlu etti. İçlerinde kapitalizmin sona erdiğini, savaşı Karl Marx'ın kazandığını düşünenler, Obama'yı sosyalist sananlar bile var.

Serdar Turgut ise Schadenfreude başlığını, Budapeşte'deki F1 yarışına götürüldüğü zamanki izlenimlerini aktarırken kullanmış.

Temelde son derece sıkıcı ve tekrarla dolu olan yarışta en heyecanlı olabilen anlar arabaların lastiklerinin değiştirildiği anlar ve bir kaza olduğu durumlardı. Hatta olabilecek kaza ne kadar vahşi, ne kadar kanlı olursa, eğlencenin miktarının da o kadar artacağı yolunda genel bir kanı da vardı. Bu da şaşırtıcı değildi tabii; çünkü Germen kavminden insanların bulunduğu bir yerde schadenfreude de olmaması mümkün değildi (Schadenfreude: Başkalarının başına gelen felaketlerden mutluluk duyma yeteneği). Bu his belki çoğu insanda vardır, olabilir de ama bir tek Almanlar bu hissiyat için özel kelime üretmiş ve bunu gündelik olarak kullanmaktadırlar. Vallahi o gün içkilerimizi yudumlayıp pistte bir olayın olmasını o kadar bekledik (Arenada dövüşen kölelerin ölümlerini bekleyen Romalılara benziyorduk o durumda). Ancak maalesef o gün beklenilen olmadı.

Yıldırım Türker ise Schadenfreude başlığının altında konuyu daha farklı işliyor.
Başkalarının acısı, kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda diyor Türker.

Almanca'nın gururu kelimelerden biri. Başkasının acısından zevk almak anlamına geliyor. Birçok dilde karşılığı olmadığı için her dilin rahatlıkla ödünç alıp yadırgamadığı bir kelime.

Schopenhauer'in sözü var: "Haset hissetmek insancadır, schadenfreudeyi tatmaksa şeytanca".

22 Nisan seçiminin bana yaşattığı hisler arasında "schadenfreude"nin de olduğunun farkına vardığımdan beri kendimden hoşnut değilim.

Toplumsal kültürümüzde yaygın bir iletişim dili olarak nispet-oh çekme-ilenmeye aşinayız hepimiz.

Kendimizi bir yetişkin olmaya yonttuğumuz ilk günlerden itibaren kötü olduğundan hiç kuşkulanmadığımız bir duygu alışverişi. Ya da öyle olmalı.

Seçim gecesi, toplandığımız bir arkadaş evinde onun sunduğu nefis yemeklerden atıştırıp seçim sonuçlarını izlerken, sonuçlar belirlendikten sonra ille Kanaltürk'e bakıp Tuncay Özkan'ı görme isteğim engellenemez hale gelmişti. Nitekim gözleri fincan fincan olmuş, acıdan kavrulmuş, öfkeyle sertleşmiş, denetimini tamamen kaybetmişti. Karşısında kader arkadaşı Mine G., iki gün önce anketlere bakıp OHA çekmiş olduğu sonuçlar karşısında sakin ve inançlı görünmeye çalışıyordu. Özkan'ın hırstan boğularak anlattıkları, Mine G'nin pek kötü şaşkınlık taklitleriyle kesiliyor, güçleniyor, karşısına geçip eğlenmeye niyeti olanı bile mahcubiyetin en derinine yolcu ediyordu.

Dolayısıyla onları seyretmek, yıkılmışlıklarını görüp zevk almak ve seçim sonuçlarından kendime bir teselli çıkartma gayreti sonuçsuz kaldı. Fazla tahammül edemedim. Kaldı ki göreceğim şey, benim için hiç de görülmemiş bir şey değildi. İlkellerin ilkeli taklidi yaptığı yenilgi müsamerelerine çok tanıklık etmişliğimiz var bu toplumsal coğrafyada.

Onlar, gerçekten üzülmüştü. Onların üzülmesi beni en azından üzmezdi. Çünkü üzüntünün de onlara katabileceği şeyler olacağına inanırım.

Schadenfreude'yi yaratan onların her şeyi şahsi ve müptezel bir dile tercüme ediveren sorumsuz halleri. Bu kadar kendinden emin, seçtikleri dışında acı çekenlerin acıları karşısında bu kadar duyarsız kalabilen, dünyayı küçük gördükleri kitleleri eğip bükme göreviyle gönderildiğine inanan bu militarist vahşilerin yenilgisini görmek, kazanan siz olmasanız da iyi geliyor.

Burada asıl ahlâki sorun başını çıkarıyor. Bu itiş kakış içinde; bu yenme-yenilme, bitme-bitirme mücadelesinde nerede duruyorsunuz? Bu kavganın tarafı mısınız?

Kimileyin öylesine büyük bir öfkeyle adalet duygunuzun yarasını sarmaya kalkıyorsunuz ki bu endişesini dile getiren kitlenin hayal kırıklığı yaşaması bile size zevk verebiliyor.

Schadenfreude, sarı dişleriyle aynadan suratınıza sırıtıyor işte.
Küstah bir dincinin küstah bir apoletliden dayak yemesi, küstah bir apoletlinin küstah bir dincinin gadrine uğraması gibi durumlar karşısında çeşitli aynalara yansıyan sırıtış aynı. Ne küstah, ne dinci ne de apoletlisiniz oysa. Sadece her fırsatta sizin canınızı yakanların birbirini yaralamaları karşısında berbat bir ferahlama hissi.

Baykal, Erdoğan'a ne biçim giydirdi. Erdoğan, Baykal'ın ağzının payını ne güzel verdi. Oysa ikisinin de temsil etmeye soyunduğu hayatın vuruş alanındasınız. Menzildesiniz.

Toplumumuzu kıskacına almış olan seferberlik ruhu da kamuoyunun çarpıtan aynası olan medya tarafından durmadan kışkırtılarak schadenfreude'nin insan için, vatandaş için, dünyalı için meşrulaştığı bir duygu iklimine dönüşüyor.
Savaştan bahsederken, öldürülen düşman sayısından 'temizlik' diye söz ederken hitap ettiği okurdan schadenfreude'si isteniyor. Ölenlerin bu topraklardan çıkmış, bu topraklarda anası-bacısı-atası yaşayan insanlar olduğu gerçeği hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her bombalamada, her vurulan hedefte coşkulu bir nispet dili. Asla sona ermeyecek olan şiddetin kutsanması.
Schopenhauer'in diliyle şeytanca bir duygudan kurtulamamamız için sözü dolaşımda olan herkes seferberlik içinde.

Televizyonda memleketin büyük starları başbaşa vermiş, bir yarışmada en çok acı çekeni seçmeye çalışıyor. "Hayalin için söyle" adını verdikleri bu yarışmada insanların şarkı performansları değil, çektikleri acının derinliği tartılıyor. Hayatın acısı, seyirliklerin en zevklisi olarak tanımlanmış bile.

Rakibimiz, hasmımız, can düşmanımız olsun, başkalarının acısı kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda.
Buradan barış, mutluluk, uygarlık, insanlık çıkmaz. Schadenfreude, şeytani sırıtışıyla kapıda bekliyor.

Üç gazeteci Schadenfreude'yi farklı perspektiflerle yorumluyor. Bense bir tür sosyal psikopatlık olan bu kimliğe sahip olan kişileri çevremde tespit edip, onları hayatımdan uzak tutmaya gayret ediyorum.

Timsah Gözyaşları, Evlerden Uzak vs… vs…


Schadenfreude konusuna takılıp kaldım ya, üzerinde düşünüp duruyorum… Hani şu “Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olma” meselesi günlerdir kafamı meşgul edip duruyor…

Halk arasında yaygın deyimleri sorguluyorum sürekli… “Ateş düştüğü yeri yakar” ile “evlerden uzak” deyimlerini kıyaslıyorum… Hangisi empati (duygudaşlık), hangisi schadenfreude içeriyor diyorum…

Bu konuya özellikle Serhan’ın cenazesinden sonra kilitlenip kaldım. Arkadaşım dostum Burhan Şeşen’in oğlu Serhan, 26 yaşındayken ardışık tıp hataları yüzünden menenjitten ölmüştü. Cenaze sırasında ve sonrasında konuştuğum kişilerin çoğu “vah vah, çok yazık” derlerken, hemen ardından ya “allah evlat acısı göstermesin” ya da “evlerden uzak” demeyi ihmal etmediler. Üstad Nazım Hikmet’in de dediği gibi “20'nci yüzyılda en fazla 1 yıl sürer ölüm acısı”...

bir tanem!
son mektubunda :
"başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun.
"seni asarlarsa seni kaybedersem;
" diyorsun; "yaşıyamam!"
yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı.

En içten olanın matemi bir yıl sürecekti… Sonra unutup gideceklerdi Serhan’ı… “Evlerden uzak” ya da “Allah evlat acısı göstermesin” diyenler o dakikadan itibaren zaten teselli etmeye başlamışlardı kendilerini.. Giden eloğlu ya da elkızıydı nasıl olsa… Kendi canları değildi… Ya Burhan?... Son nefesine kadar unutabilecek miydi canını?... Kaç kişi içtenlikle empati kurabildi onunla?.. Kaç kişinin yüreği dağlandı, kaç kişinin göz yaşları kanlandı?...

Eric Clapton’ın 5 yaşındaki oğlu Conor 1991 yılında New York’ta bir gökdelenin 53. katından düşerek öldüğünde de aynı şeyleri hissetmiştim. Müzik dünyasının efsane sanatçısı Eric Clapton, oğlunu kaybettikten sonra yeni bir şarkı yazıp oğlu Conor’a ithaf etti. "Tears in Heaven" (Cennetteki Gözyaşları) isimli şarkı ona bir Grammy ödülü ve dünyanın dört bir yanından pek çok kişinin kalbini kazandırdı.

Conor çok güzel bir çocuktu. Aynı zamanda çok da güzel sesi vardı ve şarkı söylemeye bayılıyordu. Eric, beş yaşına yaklaşan oğluna iyice bağlanmıştı. Baba oğul birlikte gezip eğleniyorlardı. Ve o korkunç gün bir hizmetçinin büyük hatası yüzünden yaşandı.




Ben ne zaman bu şarkıyı duysam hep içim burkuldu, hep gözlerim yaşlandı… “Bana ne eloğlunun çocuğundan” diyemedim… “Allah evlat acısı göstermesin” demedim… “Evlerden uzak” demedim… Sadece tüm doğallığımla kendimi eloğlunun yerine koydum ve üzüldüm… Ağlayınca gerçekten ağladım… “Acını paylaşıyorum dostum” derken asla içimden mutlu olmadım…

Timsahlar avlarını yerken, ağızlarını çokça açtıklarında, gözlerinden bir sıvı salgılarlar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntüyle bir ilgisi yoktur. Ben üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan sahtekârlardan, ikiyüzlülerden asla olmadım… Asla timsah gözyaşları dökmedim…

Kapitalizmin acımasız kıskacında giderek daha da materyalistleşen insan güruhunun içinde başkalarının mutsuzluğuyla beslenirken timsah gözyaşları döken çok tehlikeli bir tür ortaya çıktı… İnsanoğlunun giderek insanlıktan uzaklaşmasına neden olan bu türe çok dikkat edin, çünkü amip gibi hızla çoğalıyorlar ve bizlerin neslini tüketme çabasındalar…

17 Ocak 2012 Salı

Ben Aşkı Teyzemden Öğrendim

Teyze dediğime bakmayın, aslında annemin teyzesidir Necla Teyze… Annemle yaşıt olduğu için teyze demeye dilimiz alışmış. Anneannem, Selanik müdd-i umumi’si Halil Kamil beyle Ayşe Hanım’ın kızları… Balkan savaşı ve mübadele yıllarında Selanik’ten Osmanlı topraklarına göçe tabi tutuluyorlar. Seride teyze ve anneannem Behire henüz küçükler. 1905 doğumlu anneannem 7 yaşında, Seride teyze ise birkaç yaş daha büyük… Önce Edirne’de kalıyorlar birkaç yıl… Orada Suat dayı doğuyor. Ayşe hanımın ölümü üzerine büyük dedem Halil Kamil Bey, Pakize Hanım’la ikinci evliliğini yapıyor. Ondan da Arslan Dayım ve Necla Teyzem doğuyor. 

Sonra İstanbul’a göç ediyorlar. O sırada anneannem gelinlik kız olmuş. Anneannemi gümrükçü Püfpüf Nuri Bey ile Fatma Hanım’ın oğulları, postanede tefrik memuru olarak çalışan Yusuf Edip’le baş göz ediyorlar. Anneannemin kayınpederine Püfpüf lakabının verilmesi titizliğinden… Resimlerini görmüştüm… Bıyıklarının ucu kıvrık, fransız monşer edalı, kruvaze ceketler giyen, aslan gibi yakışıklı bir adam… Ceketinin vatkalı omuzlarına toz kondukça, döner üflermiş... Bunu da sıkça yapınca, adı Püfpüf Nuri bey olarak kalmış…

Anneannem, evlilikten kısa bir süre sonra anneme hamile kaldığında, Pakize Hanım da Necla teyzeme hamile kalıvermiş… Araları pek bir kısadır… Annemle neredeyse birlikte büyüdükleri için biz ona Teyze derdik… 

Teyzem hep güzel bir kadındı… Doğal sarışın, mavi gözlü… Tam can yakan cinsten… Mahallenin bütün gençleri ona abayı yakarmış… Hele bir tanesi, nahiye müdürünün oğlu Turgut ciddi sevdalanmış. Teyzemin verdiği siyah beyaz fotografı koynunda saklar, yalnız kaldığı her an çıkarıp ona bakar, saatlerce hayranlıkla seyredermiş. Teyzem henüz 14 yaşında, Turgut da Karagümrük Fethiyespor’da top peşinde olduğu için evliliklerine izin verilmemiş… 

Sonra esmer yakışıklı bir genç girmiş teyzemin hayatına. Adı Nedim. Demiryollarında hareket memuru. İşi gücü olduğu için aileye damat olarak kabul etmişler Nedim Enişte’yi… Tayinle bir çok yere gitmişler, istasyon istasyon dolaşmışlar… 1950-68 yıllarnı arasında teyzemin bir çok hamileliği, yaşayan 5 de çocuğu olmuş. Üç kız, iki de erkek… Anne güzel, baba da çok yakışıklı olunca taşbebek gibi kızlar, sırım gibi oğlanlar doğuvermiş… 

Biz 1969-70 gibi bir yılda yeniden karşılaştık teyzemlerle.. Kazlıçeşme tren istasyonun hareket baş memuru olmuştu Nedim Enişte… Oradaki bir lojmana taşınmışlardı. Kızların en büyüğü Nedret, ticaret lisesini bitirmiş, bir büroda muhasebeci olarak çalışmaya başlamıştı. Necdet ağabey İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenciydi… Bir su damlası duruluğundaki Neşet ve Nilgün henüz 15-16 yaşlarındaydılar. Aybars ise yeni doğmuş bir bebekti… 

Aile bağları yeniden kurulunca, biz teyzemlerle sıkça gidip gelmeye başladık. Bu arada Nedret, çalışmaya başladığı bürodaki müdürüne aşık oluverdi. Kendinden 25-30 yaş büyük Sıtkı Bey, bir evlilik yapmış, çoluk çocuk sahibiydi. Gönül ferman dinlemedi, aşka saygı duyan teyzem de karşı gelmedi ve nişanlayıverdiler 20 yaşında Nedret’i… Sonra da evlendirdiler.. Ama birkaç yıl sonra, bebekleri henüz küçücükken Sıtkı bey bir kalp kriziyle gidiverdi… 

Bu arada 1970 gibi bir tarihte, teyzemleri Çiftehavuzlar’a taşıyıverdik… Kızlar gün geçtikçe daha da dikkat çekici hale geliyorlardı, artık Kazlıçeşme’de oturamazlardı. 

Bu arada Neşet, Yalçın isimli bir delikanlıya kalbini kaptırıverdi. O da çok yakışıklı bir gençti. 1971’i 72’ye bağlayan gece nişanlanıverdiler. 29 Şubat 1972 günü de evleneceklerdi. “Aşkımız hiç eskimesin diye biz 4 yılda bir kutlayacağız, o yüzden bugünü seçtik” diyorlardı. Kapağında ikisinin siyah beyaz resimlerinin yer aldığı bir davetiye yaptırmışlardı… “evlenmek mecburiyetindeyiz” yazıyordu kapakta, içini açınca da “çünkü birbirimizi çok seviyoruz” diye devam ediyordu… 

Göztepe İkinci Orta Sokak’ta küçük bir ev tutmuşlardı… Keyifle dayayıp döşüyorlardı… Nikaha birkaç gün kala, perdeciyi beklerken, eve dönüşleri gecikince Nedim Enişte çok sinirlenmiş. Yalçın ve Neşet’i evden kovmuş… “Zaten birkaç gün sonra evleniyoruz, biz de gider evimizde kalırız” demiş genç sevgililer ve gitmişler.

28 Şubat gecesi yattığım yerde annem uyandırdı beni… “Kalk” dedi… “Neşet’le Yalçın ölmüşler”… Yerimden fırlayarak uyandım…

Nikâhtan önceki gece Neşet küvete girmiş yıkanırken, Yalçın da aynanın karşısında traş oluyormuş. Şofbenin bağlı olduğu kör bacadan geri dönen karbonmonoksit gazının zehrini hissetmemişler bile. Neşet oturmalı küvette, elinde duş başlığıyla kalakalmış… Yalçınsa yüzünün bir kısmı sabunlu, aynanın karşısında… Yerde…

Teyzem cevval kadındı… O gece “ senin yüzünden oldu” deyip, enişteyi evden kovmuş. Sabaha kadar ailede görev paylaşımı yapıldı. Bir kısmımız ertesi gün yapılacak nikah töreni öncesi gelecek konuklara durumu anlatmak üzere Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne gittik. Nikah memurlarına durumu anlattık. 

“Onlar ruhen ve bedenen zaten karı koca olmuşlardı, bari öbür dünyada yanyana yatsınlar” diyen teyzemse, acısını yüreğine gömüp, kabristanda yer bulma işini üstlenmişti.

Hafızalar zorlandığında, annemin ve teyzemin mahalle arkadaşları, nahiye müdürünün büyük oğlu Adnan gelmiş akıllarına. Adnan, o zaman Mezarlıklar Müdürü… Yıllar sonra teyzemi, bu kadar acılı bir durumda gören Adnan, hemen teyzemi makamına almış, oturtmuş, işlemleri hallederken, sohbet etmeye başlamışlar.. Teyzem Adnan’a kardeşi Turgut’u soruvermiş… “Şimdi ne yapıyor Turgut?” diye… “O da buraya gelmek üzere” diye yanıt vermiş Adnan… “Birlikte bir yere gidecektik”…

O sırada kapı açılmış ve içeri Turgut girivermiş… Türk filmi gibi bir sürpriz… Önce teyzem orada bulunma sebebini gözyaşları içerisinde anlatmış… Sonra ilk aşkına dönüp sormuş : “Sen ne yaptın Turgut, evlendin mi, çoluk, çocuk var mı?... “

Turgut, elini cüzdanına atıp, teyzemin ona 14 yaşındayken verdiği resmi çıkarmış… “Senden sonra kimseyi sevemedim ki sultanım” diyerek…

O gün, soğuk 29 Şubat günü Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne gelenler hayatlarının şokunu yaşadılar… Nikah saati geldiğinde salonda bekleşen konuklar, nikah memurunu görünce ayağa kalkmışlardı.. Eline mikrofonu alan nikah memuru “Ben bu nikahi kıyamayacağım çünkü ikisini de kaybettik” derken, gözyaşları içerisindeydi… Kadıköy Evlendirme dairesine nikah kıyafetiyle gelenler, oradan çıkıp Karacaahmet’teki cenaze törenine katıldılar.

Kısa bir süre sonra teyzem Nedim Enişte’den boşandı ve Turgut ağabeyle evlendi. Bir gün olsun, biz Turgut ağabey’in ağzından “Neclacım, canım, sultanım” dışında bir kelime duymadık… 

Teyzemin çilesi bitmemişti üstelik… Necdet ağabey Polatlı Topçu Okulu’nda yedeksubay olarak görev yaparken, orada tanıştığı bir kıza gönül vermişti. Askerliği bitince o kızla evlendi… Bir oğlu bir kızı oldu o evlilikten ama mutsuzdu… Kendi de karısı da… Necdet ağabey, alkole sığındı her geçen gün… Karısı da yalnızlıkla başedemiyordu. Bir gün Üsküdar iskelesinin yanından kendini Boğazın sularına bırakıvermiş… Olayı görüp yetişenler denizden çıkarana kadar ölmüş bile… Teyzem torunlarına annelik de etmeye başlamıştı. Bu arada daha da fazla içmeye başlayan Necdet ağabey, ağır alkollü olarak döndüğü Üsküdar’daki evinin merdivenlerini tırmanırken, elektrikler kesilivermiş ve ayağı basamaklara takılıp aşağıya yuvarlanmış… Beyin kanamasından orada, genç yaşta ölüverdi Necdet ağabey… 

Hem annesiz, hem de babasız kalan torunlarını büyütebilmek için çırpındı teyzem… Evini sattı, şehir değiştirdi, daha küçük yaşamlar yaşamaya başladılar… Turgut ağabey teyzeme hep “sultanım” dedi, teyzem de ikinci evliliğinde bulduğu mutluluğu, onca acıya rağmen hiç göz ardı etmedi…

Teyzem iki yıl önce öldü… Turgut ağabey ise yaşıyor… Eminim ki, onlar bu sevginin devamını başka bir boyutta mutlaka yaşayacaklar… 

Bense, aşkı da, acı çekmeyi de teyzemden öğrendim...

Not : Bu öyküdeki kişiler, yerler ve olaylar tamamen gerçektir.

Elhamdülillah Satanistim

Yazının başlığı için daha farklı alternatiflerim de vardı… Mesela “Namuslu Orospu” ya da “Antimilitarist General”, “Muhafazakâr Liberal”, "Kör Ressam”, “Akıllı Sarışın”, “İktidarsız Jigolo” da olabilirdi… Ben Elhamdülillah Satanistim’i seçtim. Oksimoron kavramlar ve paradokslarla uğraşıp duruyorum yıllardır. Oksimoron tamlama, paradoks ise bunun cümleye dönüşmüş hali… Bense başlıkta bunun ironisini yaptım.

Oksimoron birleşik bir kelimedir. Keskin aptallık anlamına gelir. Tamlayanla tamlanan arasında imkânsızlık barındırır. Mesela Alman Mizahı ya da Alman Modası böyle bir şeydir… Ya da İngiliz Mutfağı… Fish & Chips ve birkaç fırın yemeğinden başka bir mutfak kültürü olmayan İngilizlerin hangi mutfak kültüründen söz edebilirsiniz ki…

Kavramların içinin hızla boşaltılıp, yeniden anlamlandırıldığı ülkemizdeyse oksimoronluğun kapsadığı tezatlar pek çok kişi tarafından kavranılamaz ve hayatın bir parçası olarak algılanır. Turgut Özal’ın üfürdüğü, şimdilerdeyse de AKP’nin sahiplenmeye çalıştığı milliyetçi, muhafazakâr, liberal ve sosyal demokrat 4 eğilimin tek bir çatı altında buluşması böyle bir şeydir. Çikolata soslu, zeytinyağlı, deniz mahsüllü çiğ köfte yer misiniz ?... Ben onu da yemedim, bunu da yemem...

Tıpkı bu ülkede kıyafet kanununu da çıkartan Atatürk’ün kurduğu CHP’nin eski genel başkanının açılım kisvesi altında çarşaflı kadınları parti üyesi yapmasının ve halen yürürlükte olan bu kanuna aykırı hareket edenleri legalleştirmesinin ya da barış için savaştıklarını söyleyen antimilitarist generallerin toplumu ikna çabalarının oksimoronluk olduğu gibi...

Oksimoron tamlamalar paradoksları da oluşturabilir. Mesela yukarıda sözünü ettiğim "Namuslu Orospu"nun içine düştüğü paradoksu gazetede okudum.

ABD'nin San Diego Kenti'nde yaşayan Natalie Dylan (22), yüksek lisans yapmak için bekaretini internette açık artırmaya çıkardı. Açık artırmaya bugüne kadar 10 bin erkek katıldı ve Dylan'a bir gecelik aşk için yapılan teklif, 3.7 milyon dolara yükseldi. Kendisine teklif yapan erkekler arasında kaba ve iğrenç tipler bulunduğu gibi, çok sayıda centilmen zengin işadamlarının da olduğunu belirtti. Dylan, "Benimle kalıcı bir ilişki isteyenler gelmesin çünkü bu sadece bir gece için" dedi...

Kalıcı bir ilişki istemediğine, sadece bir geceyle sınırlandırdığına ve yüksek lisans bedeli parayla ödendiğine göre, nezaket parametresinin neden değerlendirilmeye alındığı, en yüksek bedeli ödeyen kişinin kaba olması durumunda açık artırmayı iptal edip etmeyeceği, en yüksek "yüksek lisans" bedelinin 200-300 bin doları asla geçmeyeceği düşünülürse, 3,7 milyon dolarlık teklifi neden az bulduğu ve gerçek amacının sadece yüksek lisans olup olmadığı konusunda belli ki Natalie'nin kafası çok karışık.. Hadi diyelim ki, bir gece için 3,7 milyon doların üzerinde verecek olan hem zengin, hem yakışıklı, hem de süzme salak bir erkek ortaya çıkıp, üstelik bir de evlenme teklif ederse bunu reddedecek kadar prensiplerine bağlıysa neden bekaretini satılığa çıkardığını inanın kendisi de bilmiyordur. 

İffet simgesi sayılan ve yıllarca korunan bekaretini internette satışa çıkarmak ve bunun sadece bir gecelik olduğunu, o geceden sonra eski iffetli yaşamına geri döneceğini ifade etmek, bana göre çok çarpıcı bir paradoks örneğidir. Tıpkı daha önceki sevgilileriyle anal ve oral seks yapmış ama beyaz gelinliğinin üzerine kırmızı kuşak bağlayarak kocasına bakire olarak gitmiş "namuslu" genç kızlarımızın paradoksu gibi...

Etimolojik olarak baktığınızda Yunanca'da "Para" karşı, "Doxus" ise düşünce anlamına geliyor. Herkesin kafa yorduğu en bilinen iki paradoks ise "Herşeyi yaratan bir şey varsa, tanrıyı kim yaratmış" ya da "Yumurta mı tavuktan çıkmış, yoksa tavuk mu yumurtadan" kısır döngüleridir. 

Paradokslar beyin jimnastiği ya da mizahın önemli unsurlardır. "Bir daha kumar oynamayacağıma bahse girerim" paradoksu mizah, Bir Giritli adamın, "Bütün Giritliler yalan söyler" deyişi ise gerçek bir beyin jimnastiğidir. Eğer bütün Giritliler yalan soylüyorsa, bu adam da Giritli olduğu için söylediği yalandır, demek ki bütün Giritliler yalancı değildir ya da söylediği doğruysa, kendisi de Giritli olduğu için söylediği önerme doğru değildir.

İçinden hiç çıkılamayacak bir başka karmaşık paradoks örneğiyse Ergenekon'dur. Başsavcı ile mahkum ettirdiği kişi de aynı örgütün üyesiyse, bu örgüt nasıl bir örgüttür. Aynı örgüte mensup iki kişi birbirinin hasmı durumundaysa, buna örgüt denilebilir mi?... Örgütün içinde fraksiyonlar oluşmuşsa. neden tek bir örgüt adı kullanılmaktadır?.. 12 Eylül öncesinde üniversitede olay bastırmaya gitmiş polislerin Pol-Der ve Pol-Bir mensupları olarak ikiye bölünüp, birbirlerine ateş etmeleri örneğinde olduğu gibi, bu örgütün içinde de Erg- Bir ve Erg-Der mi oluşmuştur?..

İhtilal yapmak için örgüt kuran akil adamlar topluluğu, ihtilalde kullanacakları silahları gizlemek ve yerinden çıkarmak için ekskavatör kullanır mı sorusu ise bu karmaşık paradoksu iyice kaotik hale getirmektedir. Bu silahların örgüt yönetimi tarafından kolay ulaşılır bir depo yerine toprak altında saklanılması kararlaştırıldıysa, yöneticiler ne kadar akildir ya da komplocular tarafından oraya gizlice gömüldüyse, elinde dedektörle toprak altında define aramaya teşne olan halkımızın toprak altındaki ihtilal gömülerini daha inandırıcı bulacağını düşünen komplocu zeka ne kadar zekidir tartışmalarını da beraberinde getirir. Tıpkı suçlu olduğu ispat edilemeyen herkesin masum olduğu, varolduğu söylenen suç hala iddianamelerde yer almıyorsa, yani suç belirgin değilse, masum olması gereken insanların aylardır hapiste bulunmaması gerektiği gibi...

İyisi mi, siz buna hiç kafa yormayın.. Zaten yormamanız da isteniyor.. Siz sadece "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" paradoksuyla ilgilenin yeter... Bunun yanıtına daha kolay ulaşabilirsiniz.

Phoenix... Firebird... Zümrüdü Anka... Simurg

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Yaşlandıkça ahlakınız mı bozuluyor, kendinizi test edin

Bir gün Ali, öğretmeni Ayşe Hanıma giderek dersten sonra kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Öğretmen kabul etti ve sordu:
-Sorun nedir Ali?
-Ben bu sınıfın düzeyine göre fazla zekiyim. Bir üst sınıfa geçmek istiyorum.

İstek konusunda bilgi verilen Müdür Ali'ye bunun için bir testten geçmeyi isteyip istemediğini sordu. Ali tereddütsüz kabul etti ve test başladı.
-Söyle bakalım Ali: 3X4
-Oniki
-Peki 6X6
-Otuzaltı Müdür bey
-Japonya'nın başkenti
-Tokyo

Ve test bir saat sürdü, Ali hiç hata yapmadı. Test sonunda Ali'nin öğretmeni de soru sormak istedi. Ali ve Müdür bu isteği kabul ettiler. Öğretmen sorulara başladı:

-İneklerde dört tane, bende iki tane olan nedir?
-Bacaklar öğretmenim!
-Doğru! Peki; senin pantalonunun içinde olup, benim pantalonumun içinde olmayan nedir?
Müdür bu soruya çok şaşırır.
- Cepler öğretmenim.
-Kadınların tüylerinin en kıvırcık olduğu yer neresidir.

Velet tereddütsüz yanıt verdi:
-Afrika'dır öğretmenim.
-Yumuşak olup, kadınların ellerinde sertleşen nedir?

Müdür gözleri faltaşı gibi açılmış tam konuşacakken Ali yanıtladı:
-Tırnak cilası.
-Peki. Bekâr bir kadına göre evli kadında daha geniş olan nedir?

Müdür kulaklarına inanamıyordu.
-Yatak öğretmenim.
- Kadın vücudunda en nemli organ hangisidir?
-Dil öğretmenim.

Nefes nefese kalan Müdür test'i bitirmeye karar verdi ve:
- Değil bir üst sınıfa, ben bunu doğrudan Üniversiteye göndereceğim. Çünkü ben bütün sorulara yanlış cevap verdim!

KISSADAN HİSSE: İnsanların ahlakları yaşlandıkça bozulur!

Selamın Muchachos Oksimoron Kavramlar

Aşağıdaki yazıyı 2002 yılında yazmışım... Arşivde bulunca dayanamadım, buraya aldım:

Türkçe'de karşılığı tam olarak bulunmayan bir kelime var : Oxymoron. Birlikte kullanılması tam anlamıyla zırvalık olan kavramları tanımlayan bir sözcüktür. Mesela, "†ngiliz Mutfağı" gerçek bir oxymoron'dur. Dünyada yemek kültürü fish and chips'ten öteye gitmeyen †ngilizlerin mutfak kültürü asla olamayacağı için bu iki kelimenin biraraya gelmesi de oxymoronluktur. 

İngiliz Mutfağı biraz fazla batılı kaçtıysa, hemen Türkiye'den bir örnek verelim... "Hicret Döviz"... Arkadaş ne serden, ne yardan vazgeçtiği için, döviz bürosuna bu ismi koymuş... Dünyada mekan, ahirette iman diyerek hicret ve dövizi bir araya getirmiş...
Dünya literatürüne oxymoronluk olarak girecek kavram, ona çok normal geliyor.

Bir örnek de, bugün gecce.com sitesinden : "Dünyanın en önemli Meksika Restoranları zincirinin bir halkası El Torito Küçükyalı, çok özel iftar mönüleri hazırladı"... Pardon ?...

Tıklayıp giriyorsunuz ve Meksika-İslam senteziyle karşılaşıyorsunuz. İşte yaratıcı Türk aklı:

EL TORITO KÜÇÜKYALI'DAN SİZE ÖZEL İFTAR MENÜLERİ
MENÜ I
İftariyelik
Tortilla Çorbası
Fajita (etli/tavuklu)
Browni veya Coconut Flan
Cola veya Meyve Suyu
Çay

Olağanüstü oxymoronluk, bir özellik gibi sunuluyor.
Arkadaşların, sitesine bir eleştiri yaptım " Siz çok
yaşayın emi... Sayenizde bugünüm olağanüstü neşeli
geçiyor. www.gecce.com sitesinde haberinizi
gördüğümden beri kahkahalarla gülüyorum. Dünya
oxymoron kavramlar dizinine bir yenisini daha
eklediniz. "El Torito'dan iftar menüsü"...
Nasıl ki, "İngiliz Mutfağı" diye bir kavram oxymoron
ise, "Hicret Döviz" isimli döviz bozma bürosu nasıl
bir çelişki ve gülünçlük içeriyorsa, El Torito İftar
Mönüsü'de aynı komediyi içeriyor. Herhalde, zeytin ,
hurma, reçel, tulum peynirinden oluşan iftariye ve
Tortilla Çorbası'nın nasıl büyük bir yaratıcılık
olduğunun farkındasınızdır. 
Günümü neşelendirdiğiniz için size teşekkür ederim. 
Selamın muchachos..."

Bu eleştiri, El Torito'nun websitesi'nin eleştiriler
bölümü moderate olduğu için, doğaldır ki
yayınlanmayacak. Ama ben, 44 yaşında aklı eren bir
Türk vatandaşı olarak, bundan apayrı bir ders
çıkarıyorum : Batılıların kafası buna ermez, ama AKP
Türkiye için tehdit değildir.

Çünkü rasyonel düşünce sistemine sahip batılı için, özgürlükler, demokrasi, AB ayrı bir kavramlar dizinidir, islamiyet ayrı bir kavramdır. Bunların birlikte anılması ise oxymoronluktur. Oysa, El Torito'dan iftar menüsünü, Hicret Dövizi icat eden
eden Türk kafası batılıdan daha farklı olarak irrasyonel düşünmektedir.

Enrico Macias'ın bir şarkısında söylediği gibi, "Entre l'orient et l'occident, mon ame se promene..." Yani "Ruhum, şark ile garp arasında geziniyor"... Bu şekilde öğretileri olmayan batılının, bunu kavrayabilmesi çok uzun zaman alacaktır, ama oxymoron
kavramları ustaca birleştiren Türk bukalemunları, yine ortama uyum sağlayacaklardır.

P.S. Bugün 6 Ekim 2009... Camilerin bazılarında dün gece "Ne mutlu Türküm diyene" mahyaları asıldı. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gereken laik bir ülkede bir devlet kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı camiler, devletin şu anda sürdürdüğü açılım politikalarına karşı bu mahyayı astılar... Ne kadar karışık ve oksimoron değil mi?.. Kısaca yukarıda teorim kanıtlanıyor. 

“Ne mutlu Amerikalıyım diyene”


Karar verdim, yarın Amerikalı oluyorum. Dünyanın en büyük devletine yerleşeceğim. Vatandaşları olacağım. Bunun için yemin etmem gerekiyor. Aşağıdaki metni okumam ve Amerikan bayrağına el basmam lazım. Diyeceğim ki:

“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasası'nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD'ye bağlılık ve sadakat göstereceğime; kanunun gerektirdiği hallerde ABD ordusuna hizmet vereceğime; kanunun gerektirdiği durumda sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışacağıma ve bu yükümlülükleri özgür bir şekilde, akıl sağlığım yerinde ve samimi olarak üstleneceğime yemin ederim. Tanrı yardımcım olsun”.

Yani ne yapmam gerekiyormuş?.. Şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum Türk tabiiyetini ve egemenliğini reddetmem gerekiyormuş.

Yani ne yapmam gerekiyormuş?.. Bundan böyle ABD Anayasası'nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunmam gerekiyormuş. ABD'ye bağlılık ve sadakat göstermem; kanunun gerektirdiği hallerde ABD ordusuna hizmet vermem; kanunun gerektirdiği durumda sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışmam ve bu yükümlülükleri özgür bir şekilde, akıl sağlığım yerinde ve samimi olarak üstlenmem gerekiyormuş.

Oldu canım, öptüm sizi.

Ben ülkemde "Türküm, doğruyum, çalışkanım, İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!" dersem, ayrımcı, etnik kimlikleri zedeleyici oluyorum, ama sizin ülkenizde vatandaş olabilmem için yapmam gereken ilk şey şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum milletin tabiiyetini ve egemenliğinini reddetmek…

Oldu canım, tekrar öptüm sizi…

Sen bütün tarihi 500 yılı geçmeyen ülkede üniter devlet oluştururken, herkese geçmiş kimliğini reddettirerek yemin ettireceksin, ben binlerce yıllık geçmişi olan ülkemde aynı eşit haklara sahip olamayacağım?

Oldu canım, bus ederim.

Ben Türk’üm. Özbek. Azeri, Gürcü, Çerkez, Abaza, Yörük, Laz, Kıbrıslı, Rodos'lu, Boşnak, Pomak, Arnavut, Tatar asıllı olsam da Türk’üm. Türk olduğum için, başka hiçbir milletin yapamadığı şekilde küçüklerimi korurum, büyüklerimi sayarım. Avrupalısının. Amerikalısının akıl sır erdiremiyeceği biçimde, sosyalist de, komünist de, faşist de, fundemantalist de olsam yurdumu, milletimi özümden çok severim.

Bir Türk olarak ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Bu uğurda yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.. Zaten sizler de bizdeki bu potansiyeli gördüğünüz için her zaman önümüze engeller çıkarır, bizi birbirimize kırdırmaya çalışırsınız.. Tıpkı bizi durdumak için Çin’lilerin set yapması gibi… Ama o duvar, o duvarınız, bize vız gelir vız… Biz Türk’üz, her engeli aşarız…

Ben Türk’üm. Ulu önderim Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda sonsuza kadar yürürüm.
Varlığımı Türk varlığıma armağan ederim.

Gerçek kimliğimi asla reddetmem, gururla, başım dik olarak, kimseye boyun eğmeden de haykırırım:
Ne Mutlu Türk’üm diyene!

Bu ülkenin topraklarında yaşayıp, bu ülkenin imkanlarını sonuna kadar kullandıkları halde, Türk’lüklerini reddedenleri, tartışmaya açanları, açılım yapmaya kalkışanları da en mahsus yerlerinden bir kez daha “bus” ederim.

Seni Gidi Seni

Yaramazlık yapan çocuğu azarlarken kullanırız çoğunlukla.. Parmağı sallar, “seni gidi seni” deriz anlamını bilmeden… Gerçek anlamını bilsek, hiç kullanmayız belki de.. 

Galata Köprüsü’nün Haliç’e doğru uzanan arka tarafının adı Yemiş İskelesi’dir. Eski İstanbul Sebze ve Meyve Hali de zaten orada kurulmuştu. Osmanlı döneminin zengin başkentine sebze ve meyve taşıyan gemiler o iskelede yük boşaltırlarmış. Tabii ambarlarda gelen fareler de oradan kıyıya çıkarlarmış. 

Gel zaman, git zaman İstanbul’daki fare kolonisi çok artınca, zamanın padişahı bir ferman çıkarmış: “Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. Şehrinizde, kasabanızda, köyünüzde ne kadar kedi varsa, toplayıp İstanbul’a gönderin”. 

Ferman padişahın; hemen toplayıp göndermişler. Ama padişah bir bakmış ki, fare sorunu aynen devam ediyor ama İstanbul’daki “pezevenk” sayısında çok ciddi bir artış var. O zaman anlamış padişah, fermanda “kedi” diye yazanı, tellallar “gidi” diye okumuş ya da halk öyle anlamış. Çünkü “gidi” pezevenk, ahlaksız adam demek.. .

Yeni bir ferman daha çıkarmış: “Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. Ben sizden gidi değil, kedi istedim. Tiz zamanda şehrinizde, kasabanızda, köyünüzde ne kadar kedi varsa, toplayıp İstanbul’a gönderin”.

O gün, bugün İstanbul’un hem kedisi, hem gidisi boldur.

Ben İstanbulluyum. Kedilerden de gidilerden de nasibimi bolca alıyorum. Kedileri severim, bir zararlarını görmedim. Ama gidiler ağır hasar veriyor, rahatsız ediyor. 

Adam asker arkadaşım… 26 sene önce birlikte nöbet tutmuş, aynı koğuşu paylaşmışız… Askerlik bitince evlenmişiz, ailece görüşmüşüz… Defalarca evimde yiyip içmişliği var… Yıllar geçince güya iş adamı olmuş, büyümüş gibi anlattı hep kendini… Sonra kendisine emanet ettiğimiz 3.000 lirayı cebine indirdi.. Bir daha da ne ortada göründü, ne de telefonlara cevap verdi…

“Seni asker arkadaşı seni… Seni Gidi Seni”

Ortak diye aldığın, şirket kar ederken kuruş sektirmeden içeriden para çeken ama zarara girdiği gün elini cebine atmayan, borcu sana yıkıp gitmeye çalışan adam… Emanet ettiğin şirket kasasını boşaltıp kaçan muhasebecin… O gidilerin uzantısı… Ya da ta kendisi… 

“Seni ortak seni… Seni Gidi Seni”

“Seni muhasebeci seni… Seni Gidi Seni”

O gidiler cins cins, boy boy, irili ufaklı... Etrafınıza bir bakın, “ağzı çok laf yapan, size yakınmış gibi davranan, bulduğu ilk fırsatta sizi sırtınızdan bıçaklayabilecek ne gidiler göreceksiniz.

Mesela, bakar ki siyasi rakibi yükselişte…

Mesela bakar ki, kendisinin gizli planlarının önünde direnen engel…

Ekarte etmek için her türlü ahlaksızlığı yapar.

Gizli ajanlarına o rakibini takip ettirtir. Gittiği adresi öğrenir. Uygun bir zamanda haneye tecavüz ederek içeriye gizli kameralar yerleştirtir. Kayıt ettirir. Cahil halkın kafasını bulandırmak ve manipüle etmek için kurgulatır. Kendi işine gelen zamanlamada siyasi şantaj yaparak yayınlatır, sonra da sütten çıkmış ak kaşık gibi masumu oynar.

“2. kasetin yayınını engelledik” diyerek iyilik perisini, “karısını aldatan herkesi aldatır diyerek” namus kumkumasını oynar. “Orası onun evi değildi” derken sirkatini söyler. Çünkü kimin evi olduğunu alenen bilmektedir. Ama evden kasıt rakibinin evini değil, kendi yandaşlarının evini güvence altına almaktır. Çünkü kendi yandaşlarının “ev”lerinde birinci eş ikinci eşle, ikinci eş üçüncü eşle, üçüncüsü de dördüncüyle aldatılır ama din maskesi, ev kisvesi altında bunlar mubahmış gibi gösterilir…

“Madem ikinci kasetin yayınlanmadan yerini bulup imha edebiliyordunuz, neden ilkinde de aynı şeyi yapmadınız” diye sorulunca cevap bile vermez. 

“Eşine ihanet eden mağdur olamaz dediniz peki ya vatana ihanet eden ne olur “ diye sorsanız, buna da pişkin bir cevap bulur elbet… 

O gidiler cins cins, boy boy, irili ufaklı dedik ya… Ahlaksızlık da öyle… Mesela adamlar Papermoon’da içki masasında şampiyonluk üleştirmesi yapmaya alışkındırlar. Bunu yapmaya alışkın oldukları için de, kendilerinin esamelerinin okunmadığı sezonda çıkarlar, ortaya bir şaibe atarlar. Bunu yapmalarındaki amaç, siyaset ahlaksızlarınınkiyle aynıdır: Rakibin marka değeri yükselecek, taraftarı artacak, siyasi ya da ekonomik nüfuzu gelişecektir. Bu yüzden hemen kara çalınır ve iftira atılır. Rakipleri kafa üstü çakılsın diye çelme takmanın envai çeşidi denenir. 

“Trabzon ve Fenerbahçe kendi aralarında anlaştılar, biri ligi, biri kupayı alacak” diye dedikodu çıkartılır, ortalık karıştırılıp, dikkatler bu takımlara yöneltilirken, kendileri arka planda ustalıkla dolap çevirirler. Çünkü Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’ne tek başına yükselirse, gücüne güç, itibarına itibar eklenecektir. Böylece Trabzon dolduruşa, iddiası olmadığı maça bile asılacak kıvama getirilir, belki de birkaç oyuncuya gizliden teşvik primi verilir ve iş amacına ulaşır. Lig TV geliri şampiyonluk sayısına göre paylaşıldığı için, bu payın da artması engellenir. Bunu yapmak için de günler öncesinden takımın yıldız oyuncuları teker teker hastalanmış ya da sakatlanmış gibi gösterilir, yedek kulübesine PAF takımı oyuncuları oturtulur, hatta şampiyon edilecek takım işi garantilesin diye ikinci golün atılmasına destek bile olunur. Bütün bunlar yapılırken de Şeref’ten söz edilir…

Diyorum ya.. Etrafımız Seni Gidi Seni diyeceğimiz kişilerle dolu. O gidilerin uzantısı… Ya da ta kendileriyle… 

Debrief... Ne dedi Harry ne dedi?...


Bazen, yaptığım mesleğe lanetler ediyorum. "Sandviç yapıp satsam, peşin parayla sattığım için çoktan köşe olurdum" dediğim günler az değil...

Hasbelkader bir yerlere gelmiş insanlarla iş yapmak gerçekten zor. Derdinin ne olduğunu bilemediği için, karma karışık yollardan anlatmaya çalışan, ama anlattıkları da anlamsız olduğundan işi içinden çıkılmaz hale dönüştüren reklam ve pazarlama müdürleriyle, ürün müdürleriyle çalışmak gerçekten yoruyor. Üst yönetimlerine şirin görünmek için araya iki tane mesleki terimi bilir bilmeden sokuşturmaları da cabası..

Vaka aynen benim başımdan geçti. İsmi lazım değil bir holdingin, ismi lazım değil bir şirketinin ismi lazım değil bir pazarlama müdürü, yeni kurulacak şirketin logosu için bize açıklama yapıyor... Gönderdiği e-posta'dan aynen alıntı yapıp, isimleri gizliyorum sadece...

Ümit Bey

Görüşmeyeli umarım iyisinizdir. xxxxxxxx makine kiralama ile ilgili size aşagıda debrief gönderiyorum . Bu çerçevede amblemi tekrar mümkün ise yeni yaratıcı conceptler üzerine alternatifli olarak çalışmamızı rica ederim. 

Henüz marka stratejisi finalize olmadı. Ancak xxxxxxxx Makine Kiralamayı farklı bir şirket olarak düşünüyoruz. Bu nedenle çalışmamızı geliştirebiliriz.

Brand : Brand generic finansal çözüm algılamasıdır. xxxxxxxx makine kiralamanın , xxxxxxxx ziraat brandinden ayrılması . xxxxxxxx Holding corporate identity sinin bir parçası olabilir. Ancak xxxxxxxx ziraat veya iş makineları yerine içinde makine kiralama geçse de xxxxxxxx Holding master brandinden beslenmeli. xxxxxxxx ziraat ile bir araya gelerek brand dilution yaratmaması. 

Perception xxxxxxxx ziraat ve iş makineları olmamalı. Bu nedenle creative i modifiye edebiliriz. Rational appael kullanılmalı.. Renk harmony si finansal çözümü veya makine, finansal çözümü birlikte yansıtmalı.

Logo : xxxxxxxx Makine Kiralama kalacak. 
Tipografi değişebilir. 
Amblem : Finansal çözüm işaretleri logo ile birleşebilir. Ya da iş makinesı ve finansal çözüm kesişimi kullanılabilir. Pazarlama ithalat ihracat ve ticaret a.ş. kaldırılabilir. Daha kompak ve finansın value lerini yansıtmalı. Daha illustrative olabilir. 

Sonuçta : creative, marka faydasını yansıtır, kompak, temiz/öz bir personality oluşmalı. 

Herhangi bir sorumuz olur ise cebim 053xxxxxxxx

Selamlar


Sonuç... Sandviç yapıp satmak istiyorum. Aç bir insanın ilk amacı karnını doyurmaktır. Lezzetli bir çözüm sunduğunuzda da parasını öder ve gider...

Babamın Hayat Felsefesi


Babam öleli 12 yıl oldu. Evdeki arşivi temizlerken, çok ilginç notlara, yazılara rastlıyorum. Bu da onlardan biri. Adı Hayat Felsefesi. Yazarı kimdir bilmem, babam olmadığını biliyorum sadece... Ama içindeki düstura da babamın tıpatıp uyduğunu biliyorum.


Hayat Felsefesi

Her akşam içki içtim keyfimden, kederimden
Bazen dostlara sundum, bazen dostlar elinden
Ne öksüzü ağlattım, ne masumu inlettim
Ne ırza, namusa, ne de kitaba küfrettim.

Kararımı aşmadım, içki haram demedim
Bile bile kimsenin hakkını da yemedim
Bir parça neşe buldum, biraz efkar dağıttım
Hem biraz hayal kurdum, hem kendimi avuttum

Karaborsa yapmadım, hileli yola sapmadım
Yüzüne dost görünüp de, arkasından atmadım
Kuluna köle oldum, kuluna kul olmadım
Kaldım ayak altında, gene de pul olmadım

Günahlarımı saydım, sevabı kaybetmedim
Her naneyi yeyip de, cenneti düşlemedim
Evet Hoca Efendi, işte böyle vaziyet
Benim için üzülme, kendin için dua et

Kifayetsiz Muhterisler (Dunning-Kruger Sendromu)


Sevgili arkadaşım İpek'in gönderdiği Dunning-Kruger Sendromu'yla ilgili enfes bir yazıyı burada sizlerle paylaşmak isterim. Gerçekten çok iyi bir araştırma:Benim için ciddi bir referanstan öteye, bir çok teorimin kanıtı gibi oldu. Çevreme baktığım anda , bir çok kifayetsiz muhterisin gerçekten hak etmediği yerlerde olduğunu görüyorum. Televizyonda, basında, iş dünyasında, kendi sektörüm olan reklamcılıkta, siyasette, ticarette, sahnede, perdede gün, kifayetsiz muhterislerin günü... Onlarca, yüzlerce, binlerce örnek yazabilirim.

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldumu hiç?

Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?; Onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır".

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

* Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.


* Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.


* Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi...

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...

Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin "kendilerine güvenleri" müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise "en alçakgönüllü" deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

"İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

* Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.


* 'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür.


* Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler.. .


* Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler...


* Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler...


* Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar... "Ne olur fazla mütevazi olmayın!... "Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi' nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı" .

"Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır."