THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

THI MATHI PESTUS MATHIUS NEXUS LOOKENT

19 Ocak 2012 Perşembe

Schadenfreude ya da Başkalarının Mutsuzluğundan Beslenenler


Günlerdir kafayı başkalarının mutsuzluğundan beslenenlere taktım...

Hasta ruhlu, psikopat boyutuna ulaşmış kişilerdir böyleleri. Etraflarında mutlu insanlar varsa, bulundukları ortamda kendilerini rahatsız hissederler. Böyle durumlarda ya ortamı bırakıp gitmek isterler ya da ilgiyi üzerlerine çekmek için şizofrenliğe varan davranışlarda bulunurlar. İçlerinin karalığı yüzlerine vurur... Ten renkleri bile değişir, koyulaşır...

Herkesin çevresinde böylesine duygu sömürüsü yaparak yaşayan, etrafındakileri kemiren duygusal vampirler bulunur. Bunların yüzleri, kendilerinden daha mutsuz insan gördükleri zaman ışıldamaya başlar...

Almanlar bu duruma schadenfreude diyorlar. Schade ve freude kelimelerinin kaynaşmasından türemiş bir kelimedir. İki zıt kavram acı ve sevinç tek kelimede kaynaşmıştır. Başkasının acısından zevk almak anlamına gelen kelimenin bir çok dilde karşılığı bulunmamaktadır. Arthur Schopenhauer schadenfreude hakkinda: "neid zu fühlen ist menschlich, schadenfreude zu genießen teuflisch." der... Yani "Kıskançlık hissetmek insancıldır, zarar sevincinin tadını çıkarmak ise şeytancıl."

Google'a "Başkalarının Mutsuzluğundan Mutlu Olanlar" sözcüklerini yazıp, arattırdım ve bu konuda yazılmış yüzlerce madde buldum... Bakın bu tip insanlar için neler deniyor :

* Bencilliğin zirvesi ,bir çeşit benmerkezcil olmaya dayalı kişilik bozukluğudur...
* Ego tatmin etme işidir. Kimi insanlar bu yolla ancak egolarını tatmin edebilirler..

Bu sözcüğü seven gazeteciler, yazarlar da var... Engin Ardıç, Yıldırım Türker, Serdar Turgut bunu en az bir kere yazılarında kullanmışlar. Engin Ardıç'ın yazısından kısa bir bölüm alayım buraya :

Hemen tercüme edelim de gene fırça yemeyelim: "Başkasının başına gelen kötülüklerden zevk almak" anlamına geliyor... Sadist bir zevktir. Alman ruhuna uygun olduğu söylenir. Türk ruhuna da uygun mudur, bakacağız.

Ekonomik kriz nedeniyle başbakana giydirmek için yeni bir fırsat yakalayan "bir kısım basında", Amerikan halkının içine düştüğü sıkıntıyla ilgili olarak da pek keyifli yazılar okumaktayız...

Birçok Amerikalı, kullanmak zorunda olduğu birtakım ilaçlardan bile vazgeçmiş! İlaç satışlarında yüzde 10-15 kadar düşüş gözlenmiş.

Yeni bir araba almayı düşünmek şöyle dursun, eski arabayı da çıkarmıyorlar, işe otobüsle ya da metroyla gidip geliyorlarmış. Birçok Amerikan ailesi tatil planlarından vazgeçmiş. Öğle yemeğine de çıkmıyorlar, evden sandviç getiriyorlarmış. Sıcak yemekten vazgeçemeyenler de "sefertasını" keşfetmişler. Lokantalar ve büfeler buna çok bozulmuşlar ama sefertası satışlarında artış varmış... Falan filan.

Öte yandan, birçok bankacının da "gelişmekte olan ülkelerde", özellikle petrol zengini Arap ülkelerinde iş aramaya başladığını biliyoruz.

Türkiye'de birçok kişi, bütün bu olup bitenlere üzülmedi, tam tersine çok sevindi.

1929 krizinde olduğu gibi köşebaşlarında "çorba kazanları" kurulmasını özlemle bekliyorlar. Bunu eski filmlerde görmüşlerdi. Bu arada birkaç pis kapitalist kendini pencereden atsa daha da iyi olacak!

Amerika'nın "kemer sıkma ekonomisini" keşfetmekte olması bizde memnunlukla karşılandı.

Hele şu sefertası olayı, pek hoşumuza gitti.

Nihayet onlar da sefertasıyla tanışmışlardı! Haşşöyle! Sıra belki, bir kere pişirilip üç gün boyunca yenen bayat "tencere yemeğine" de gelecekti! (Türk gazozu içen Amerikalı'nın tavla oynamaya başlaması ve bakkala sepet sarkıtması bizi nasıl mutlu ediyordu, reklamlarda görünce?) Tam da bizim artık yavaş yavaş sefertasından ve "kaminetoda" ısıtılan mum kokulu biber dolmasından kurtulup "yemeğe çıkma" kavramını öğrenmeye başladığımız dönemde... Araba değiştiren, tatile giden, içeceği ilacı "Emekli Sandığı' na yazdırmaya" gerek duymayan varlıklı bir sınıf oluşturmaya koyulduğumuz sıralarda...

Amerika'nın "burnunu sürtmesi", bunu solculuk sananları mutlu etti. İçlerinde kapitalizmin sona erdiğini, savaşı Karl Marx'ın kazandığını düşünenler, Obama'yı sosyalist sananlar bile var.

Serdar Turgut ise Schadenfreude başlığını, Budapeşte'deki F1 yarışına götürüldüğü zamanki izlenimlerini aktarırken kullanmış.

Temelde son derece sıkıcı ve tekrarla dolu olan yarışta en heyecanlı olabilen anlar arabaların lastiklerinin değiştirildiği anlar ve bir kaza olduğu durumlardı. Hatta olabilecek kaza ne kadar vahşi, ne kadar kanlı olursa, eğlencenin miktarının da o kadar artacağı yolunda genel bir kanı da vardı. Bu da şaşırtıcı değildi tabii; çünkü Germen kavminden insanların bulunduğu bir yerde schadenfreude de olmaması mümkün değildi (Schadenfreude: Başkalarının başına gelen felaketlerden mutluluk duyma yeteneği). Bu his belki çoğu insanda vardır, olabilir de ama bir tek Almanlar bu hissiyat için özel kelime üretmiş ve bunu gündelik olarak kullanmaktadırlar. Vallahi o gün içkilerimizi yudumlayıp pistte bir olayın olmasını o kadar bekledik (Arenada dövüşen kölelerin ölümlerini bekleyen Romalılara benziyorduk o durumda). Ancak maalesef o gün beklenilen olmadı.

Yıldırım Türker ise Schadenfreude başlığının altında konuyu daha farklı işliyor.
Başkalarının acısı, kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda diyor Türker.

Almanca'nın gururu kelimelerden biri. Başkasının acısından zevk almak anlamına geliyor. Birçok dilde karşılığı olmadığı için her dilin rahatlıkla ödünç alıp yadırgamadığı bir kelime.

Schopenhauer'in sözü var: "Haset hissetmek insancadır, schadenfreudeyi tatmaksa şeytanca".

22 Nisan seçiminin bana yaşattığı hisler arasında "schadenfreude"nin de olduğunun farkına vardığımdan beri kendimden hoşnut değilim.

Toplumsal kültürümüzde yaygın bir iletişim dili olarak nispet-oh çekme-ilenmeye aşinayız hepimiz.

Kendimizi bir yetişkin olmaya yonttuğumuz ilk günlerden itibaren kötü olduğundan hiç kuşkulanmadığımız bir duygu alışverişi. Ya da öyle olmalı.

Seçim gecesi, toplandığımız bir arkadaş evinde onun sunduğu nefis yemeklerden atıştırıp seçim sonuçlarını izlerken, sonuçlar belirlendikten sonra ille Kanaltürk'e bakıp Tuncay Özkan'ı görme isteğim engellenemez hale gelmişti. Nitekim gözleri fincan fincan olmuş, acıdan kavrulmuş, öfkeyle sertleşmiş, denetimini tamamen kaybetmişti. Karşısında kader arkadaşı Mine G., iki gün önce anketlere bakıp OHA çekmiş olduğu sonuçlar karşısında sakin ve inançlı görünmeye çalışıyordu. Özkan'ın hırstan boğularak anlattıkları, Mine G'nin pek kötü şaşkınlık taklitleriyle kesiliyor, güçleniyor, karşısına geçip eğlenmeye niyeti olanı bile mahcubiyetin en derinine yolcu ediyordu.

Dolayısıyla onları seyretmek, yıkılmışlıklarını görüp zevk almak ve seçim sonuçlarından kendime bir teselli çıkartma gayreti sonuçsuz kaldı. Fazla tahammül edemedim. Kaldı ki göreceğim şey, benim için hiç de görülmemiş bir şey değildi. İlkellerin ilkeli taklidi yaptığı yenilgi müsamerelerine çok tanıklık etmişliğimiz var bu toplumsal coğrafyada.

Onlar, gerçekten üzülmüştü. Onların üzülmesi beni en azından üzmezdi. Çünkü üzüntünün de onlara katabileceği şeyler olacağına inanırım.

Schadenfreude'yi yaratan onların her şeyi şahsi ve müptezel bir dile tercüme ediveren sorumsuz halleri. Bu kadar kendinden emin, seçtikleri dışında acı çekenlerin acıları karşısında bu kadar duyarsız kalabilen, dünyayı küçük gördükleri kitleleri eğip bükme göreviyle gönderildiğine inanan bu militarist vahşilerin yenilgisini görmek, kazanan siz olmasanız da iyi geliyor.

Burada asıl ahlâki sorun başını çıkarıyor. Bu itiş kakış içinde; bu yenme-yenilme, bitme-bitirme mücadelesinde nerede duruyorsunuz? Bu kavganın tarafı mısınız?

Kimileyin öylesine büyük bir öfkeyle adalet duygunuzun yarasını sarmaya kalkıyorsunuz ki bu endişesini dile getiren kitlenin hayal kırıklığı yaşaması bile size zevk verebiliyor.

Schadenfreude, sarı dişleriyle aynadan suratınıza sırıtıyor işte.
Küstah bir dincinin küstah bir apoletliden dayak yemesi, küstah bir apoletlinin küstah bir dincinin gadrine uğraması gibi durumlar karşısında çeşitli aynalara yansıyan sırıtış aynı. Ne küstah, ne dinci ne de apoletlisiniz oysa. Sadece her fırsatta sizin canınızı yakanların birbirini yaralamaları karşısında berbat bir ferahlama hissi.

Baykal, Erdoğan'a ne biçim giydirdi. Erdoğan, Baykal'ın ağzının payını ne güzel verdi. Oysa ikisinin de temsil etmeye soyunduğu hayatın vuruş alanındasınız. Menzildesiniz.

Toplumumuzu kıskacına almış olan seferberlik ruhu da kamuoyunun çarpıtan aynası olan medya tarafından durmadan kışkırtılarak schadenfreude'nin insan için, vatandaş için, dünyalı için meşrulaştığı bir duygu iklimine dönüşüyor.
Savaştan bahsederken, öldürülen düşman sayısından 'temizlik' diye söz ederken hitap ettiği okurdan schadenfreude'si isteniyor. Ölenlerin bu topraklardan çıkmış, bu topraklarda anası-bacısı-atası yaşayan insanlar olduğu gerçeği hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her bombalamada, her vurulan hedefte coşkulu bir nispet dili. Asla sona ermeyecek olan şiddetin kutsanması.
Schopenhauer'in diliyle şeytanca bir duygudan kurtulamamamız için sözü dolaşımda olan herkes seferberlik içinde.

Televizyonda memleketin büyük starları başbaşa vermiş, bir yarışmada en çok acı çekeni seçmeye çalışıyor. "Hayalin için söyle" adını verdikleri bu yarışmada insanların şarkı performansları değil, çektikleri acının derinliği tartılıyor. Hayatın acısı, seyirliklerin en zevklisi olarak tanımlanmış bile.

Rakibimiz, hasmımız, can düşmanımız olsun, başkalarının acısı kendi acılı dünyamıza sunabildiğimiz yegâne teselliye dönüşmüş durumda.
Buradan barış, mutluluk, uygarlık, insanlık çıkmaz. Schadenfreude, şeytani sırıtışıyla kapıda bekliyor.

Üç gazeteci Schadenfreude'yi farklı perspektiflerle yorumluyor. Bense bir tür sosyal psikopatlık olan bu kimliğe sahip olan kişileri çevremde tespit edip, onları hayatımdan uzak tutmaya gayret ediyorum.

Timsah Gözyaşları, Evlerden Uzak vs… vs…


Schadenfreude konusuna takılıp kaldım ya, üzerinde düşünüp duruyorum… Hani şu “Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olma” meselesi günlerdir kafamı meşgul edip duruyor…

Halk arasında yaygın deyimleri sorguluyorum sürekli… “Ateş düştüğü yeri yakar” ile “evlerden uzak” deyimlerini kıyaslıyorum… Hangisi empati (duygudaşlık), hangisi schadenfreude içeriyor diyorum…

Bu konuya özellikle Serhan’ın cenazesinden sonra kilitlenip kaldım. Arkadaşım dostum Burhan Şeşen’in oğlu Serhan, 26 yaşındayken ardışık tıp hataları yüzünden menenjitten ölmüştü. Cenaze sırasında ve sonrasında konuştuğum kişilerin çoğu “vah vah, çok yazık” derlerken, hemen ardından ya “allah evlat acısı göstermesin” ya da “evlerden uzak” demeyi ihmal etmediler. Üstad Nazım Hikmet’in de dediği gibi “20'nci yüzyılda en fazla 1 yıl sürer ölüm acısı”...

bir tanem!
son mektubunda :
"başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun.
"seni asarlarsa seni kaybedersem;
" diyorsun; "yaşıyamam!"
yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı.

En içten olanın matemi bir yıl sürecekti… Sonra unutup gideceklerdi Serhan’ı… “Evlerden uzak” ya da “Allah evlat acısı göstermesin” diyenler o dakikadan itibaren zaten teselli etmeye başlamışlardı kendilerini.. Giden eloğlu ya da elkızıydı nasıl olsa… Kendi canları değildi… Ya Burhan?... Son nefesine kadar unutabilecek miydi canını?... Kaç kişi içtenlikle empati kurabildi onunla?.. Kaç kişinin yüreği dağlandı, kaç kişinin göz yaşları kanlandı?...

Eric Clapton’ın 5 yaşındaki oğlu Conor 1991 yılında New York’ta bir gökdelenin 53. katından düşerek öldüğünde de aynı şeyleri hissetmiştim. Müzik dünyasının efsane sanatçısı Eric Clapton, oğlunu kaybettikten sonra yeni bir şarkı yazıp oğlu Conor’a ithaf etti. "Tears in Heaven" (Cennetteki Gözyaşları) isimli şarkı ona bir Grammy ödülü ve dünyanın dört bir yanından pek çok kişinin kalbini kazandırdı.

Conor çok güzel bir çocuktu. Aynı zamanda çok da güzel sesi vardı ve şarkı söylemeye bayılıyordu. Eric, beş yaşına yaklaşan oğluna iyice bağlanmıştı. Baba oğul birlikte gezip eğleniyorlardı. Ve o korkunç gün bir hizmetçinin büyük hatası yüzünden yaşandı.




Ben ne zaman bu şarkıyı duysam hep içim burkuldu, hep gözlerim yaşlandı… “Bana ne eloğlunun çocuğundan” diyemedim… “Allah evlat acısı göstermesin” demedim… “Evlerden uzak” demedim… Sadece tüm doğallığımla kendimi eloğlunun yerine koydum ve üzüldüm… Ağlayınca gerçekten ağladım… “Acını paylaşıyorum dostum” derken asla içimden mutlu olmadım…

Timsahlar avlarını yerken, ağızlarını çokça açtıklarında, gözlerinden bir sıvı salgılarlar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntüyle bir ilgisi yoktur. Ben üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan sahtekârlardan, ikiyüzlülerden asla olmadım… Asla timsah gözyaşları dökmedim…

Kapitalizmin acımasız kıskacında giderek daha da materyalistleşen insan güruhunun içinde başkalarının mutsuzluğuyla beslenirken timsah gözyaşları döken çok tehlikeli bir tür ortaya çıktı… İnsanoğlunun giderek insanlıktan uzaklaşmasına neden olan bu türe çok dikkat edin, çünkü amip gibi hızla çoğalıyorlar ve bizlerin neslini tüketme çabasındalar…

1 yorum:

  1. Bu gece Muhteşem Yüzyılı seyrederken aynı şeyi ben düşünüyordum. Hürremle Kanuninin evlendiğini duyup odadan çıkan Mahidevran ağlarken kızım beni seyrediyordu...Acaba ben oh olsun mu diyeceğim yoksa üzüldüm mü diye meraklanmaktaydı. Ben yazık dedim acısını gördüğümde...kızım bir rahatladı sanki...çünkü o da üzülmüştü onun haline. Neyse uzatmayayım...Bunlar öğrenilmiş ve onaylanarak kabul görmüş tepkiler olarak kimi ailelerin içinde hiç yadırganmayan şeyler ne yazık ki. Örneklerini daha sonra iş hayatındai politikada vs vs görmek kaçınılmaz tabii ki. Çocukları hangi hasta ruhlar yetiştiriyor ve bu kişilik bozuklukları kuşaktan kuşağa nasıl da kolayca geçiveriyor.

    YanıtlaSil